15 Nisan 2010 Perşembe

We build our private rooms divine


Nefesim kesiliyor gibi oluyor arada. Böyle kalbim sıkışır gibi sanki, nefesimi kesip içine bakıyorum tam göbeğine o ortadan ayrılmış kalın yeşil halatın, sanki bir kivi gibi, görseler bu bir kivi derler, ikiye ayrılmış bir kivi, güzel bileylenmiş bir bıçakla ikiye bölünmüş sulu bir kivi bu derler, görseler. Fakat ben biliyorum o siyah noktacıkların çekirdek olmadığını, minik kara susam taneleri de değil onlar, kivinin zeytin gözlü çekirdekleri hiç değiller, nefesim kesilip de o yeşil halatın ışık saçan içine gözümü dayayınca gördüklerim sanki pek uğraşılıp da yan yana dizilivermiş gibi duran ama aslında, yani ben biliyorum ki öyle, hiç de hesaplanmamış, gelişigüzel, kendiliğinden bitivermiş, bazı bazı içimi kaşındıran, nefesimi pek karanlık kılıveren, perşembe pazarından alınmışa benzer ucuz teller.

O ucuz telleri, nefesimi kesen yeni bileylenmiş bıçakla bir güzel ortadan bölünce işte, tam orada, yanyana dizilmiş o teller, sanki sarmala benzer bir şekil oluşturuyor, kesitlerinde minik yıldızlar parıldıyor. Sonra hiç önemsemeden bir masaya bırakıyorum kalın ve hafif tozlu halatı. Nefesim masada öylece dururken elime büyük, yeni kaplanmış defterlere geçirilen jelatinlere benzer şeffaf bir ambalaj kağıdı alıyorum, güneşe tutunca sanki güneş o hiç yokmuş gibi içinde süzülüp geçiyor. Güzel olduğunu düşünüyorum, ardını gösterir ama hava geçirmez. Hava içine sızmazsa halatın ne o teller pas tutar ne de içinden yıldızlar kaçar dışarı. Bu pek hafif, hava geçirmeyen ama güneşe çaresiz teslim oluveren jelatini birkaç defa açıyorum, rulo halindeyken nasıl da her yere sığar görünüyor, ama açtıkça, ruloyu hızla çevirdikçe sanki tüm gezegeni kaplayacak kadar jelatin birikiyor orada burada. Yeter diye düşündüğüm bir noktada usulca baş parmağımı basıyorum kenarına, biraz çekince, sanki yeni yıkanmış bir çamaşırı sündürüyormuşum gibi biraz uzuyor, bombe yapıyor sonra beklemediğim bir an, süte atılan kesme şeker gibi bir ses çıkıyor da bu belli belirsiz jelatin inceldiği yerden kopuyor, düşüyor elime sanki.

Jelatini yeni yıkanmış da ütülenmiş bir çarşaf gibi sallıyorum havada, jelatin kasetin içinden koparılıp sökülmüş manyetik bir bant gibi şarkılar söyleyerek uçuşuyor bir süre ve sonra sanki kendi avucunu öpermiş gibi, kendi boynuna dokunmak istermiş gibi, birdenbire kendi kendine tutunuyor, sıkı sıkı sarıyor diğer yanlarını. Üst üste binip kat kat yapışıyor kendine jelatin; sakince tutuyorum havada kalmış bir köşesinden ve sanki bir gözlük beziyle bir parmak izini siler gibi, tatlı tatlı, iz bırakmadan yoluyorum onu tuttuğu diğer taraflarından. Jelatin yine tek parça, sanki teslim olmuş bir asker gibi elimde yatmaya başlıyor, o öyle sakinken onu pek seviyorum, sıradan bir jelatini sever gibi değil de, çok özel, apayrı bir jelatini sever gibi seviyorum onu.

Sonra tüm sevgimden uzaklaşıp yine ciddi, yine kendin bilir, yine mantıklı, mühim işlerin peşinde dolanan bir baykuş gibi jelatini alıp yan yana getirip hiç kopmamış gibi bir yanılsama yarattığım halatın üzerine iliştiriyorum. Halat sanki kapana kısılmış bir yılan gibi önce hiç kıpırdamadan duruyor sonra hafifçe bir kıvrım yapıyor ellerimin altında. Sıkıca kavrıyorum, sıkıyorum, jelatin elimle halat arasında, sevilirken boğulan bir çocuk gibi, acı çekip de ses etmeyen bir hali var. Sıkıca tuttuğum halatı biraz havaya kaldırdığımda jelatinin boşta kalan yanları da sanki piknik masasına serilen beyaz üstüne yeşil kareli bir örtü gibi sola ve sağa sonra da aşağıya salıyor kendini. Bu pek kısa süren andan sonra sallanan yanlarını tutup çeviriyorum halatın üzerinde, bacağı kırılmış adamlara sargı bezi saran hemşireler gibi pek dikkatlice, sıkı sıkı, hava girmeyecek, yıldızların çıkmasına izin veremeyecek kadar.

Jelatin dönüp duruyor, turlar atıyor, her seferinde bir dalga daha yiyip gittikçe sersemleyen, her seferinde ayağının altındaki kumları daha zor bulan, derin sularda boğulan bir çocuk gibi jelatin, dönüyor, atlıyor, kapaklanıyor kendi üstüne, kendi kendine sarıldıkça daha altlarında artık dokunamadığı diğer yanları kalıyor, kendi üstünü kendisiyle örtüyor, nefessiz bırakıyor kendi kendisini, boğup duruyor sanki.

Sonunda, halat tam kesilen yerden yeniden tek parçaymış gibi görünecek şekilde bir araya gelmiş oluyor. Tutuyorum onu, sanki yarasından kurşunu çıkarılınca uykuya dalmış bir boz ayı gibi duruyor ellerimin arasında. Artık daha rahat nefes alıyorum sanki, artık kalbim de hızlı atmıyor, nefes almak güzel.

Güzel şeyler düşünmek, bademcik ameliyatı olup dondurma yiyen çocuklar gibi geçici oyunlar oynamak istiyorum. Öyle derin bir nefes alıyorum ki sanki o yeşillik daha bir yeşeriyor, içimde ormanlar bitiyor.

Ancak sonra hiç beklenmedik bir şey oluyor, hiç beklemediğim, beklesem de olmayacak diye düşüneceğim ama yine de hiç düşünmediğim, tasavvur etmediğim bir şey oluyor. Boğazıma bir şey sıkışıyor, sanki bir böcek diyorum, kıpırdıyor boğazımın tam içinde, korkuyorum, terliyorum birden bire, kalbim daha hızlı çarpmaya başlıyor. Boğazıma bir şey düğümleniyor sanki, çözüp atmak istiyorum, bir gıcık gibi oturup duruyor, pençelerini geçirmiş sanki diretiyor gitmemek için. Öksürmeye yelteniyorum, olmuyor, boğazımda bir şey var, boğazımda bir şey var diye kendi kendimi daha da korkutuyorum.

O anda elim masada duran bıçağa gidiyor, sanki boğazıma bir çentik atsam kurtulacağım diye düşünüyorum ama vaz geçiyorum, ondan da korkuyorum, boğazıma değecek her şeyden korkuyorum o an. Boğazımda kitlenen bu kara şeyden ölesiye nefret ediyorum, tiksiniyorum, istemiyorum onu orada, o orada durdukça onu daha da büyütüyorum düşüncelerimle. Git gide büyüyor sanki tüm boğazımı kaplıyor, boğazımda bir şey var, boğazımda bir şey var diye kendimi yeniden ve yeniden korkutuyorum.

Öyle bir an geliyor ki o an aklım sanki çalışmıyor da tüm vazgeçme gücümü bir defada toparlayıp harcamak istiyorum, teslim oluyorum, dayanamıyorum ve nefesimi kesiyorum. Nefesimi, kalın ve tozlu yeşil halatı bir hamlede ikiye bölüyorum. Bir yarısı elimde, diğer yarısı kendinden geçmiş gibi masaya düşüyor, içinden yıldızlar dökülüyor toprağa, siyah teller değiyor birbirine. Nefesim kesiliyor, ama boğazımı hissetmiyorum. Nefesim geçmediği sürece boğazım da yok sanki, içimi bir mutluluk kaplıyor, çaresizliğime, teslim oluşuma alkış tutuyorum, ne de güzel teslim oldum, nasıl da vazgeçtim her şeyden diyorum.

Kendime o denli büyük bir hayranlık duyuyorum ki kalbim hızlı hızlı çarparken bir an geliyor tekliyor. Nefes alamıyorum diye düşünüyorum, toprağın üzerindeki yıldızlara bakıyorum, bazıları daha derinlere sinmiş, kimisi üstte kalmış, kimisi sanki kırılmış, bazısı ağlar gibi, kalbim yeniden tekliyor, tek bir defada çok büyük bir acı yaratıyor göğüs kafesimde. Yere çöküyorum, istemeden, sanki biri ardımdan gelip de beni itmiş gibi, sanki diz kapaklarımı yerlerinden çıkarmışlar gibi, bir kerede yere çöküyorum, düşüyorum. Boğazımı tutuyorum, sanki sıcak, sanki soğuk, ellerim mi soğuk diye düşünüyorum, alnımda bir karınca dolanır gibi oluyor. Elimdeki halatı bırakmak istemiyorum, onu sıkı sıkı tutuyorum, başımı yukarı çeviriyorum, saçım topraklara değiyor, saçlarım hafif ıslak topraklara değince mutlu oluyorum; tüm bedenim zıplar gibi oluyor, ne olduğunu ben de bilmiyorum.

Yukarıdan başını balkondan aşağı sarkıtan bir çocuğun boynu duruyor, gözlerinden yıldızlar dökülüyor burnuma, göz kapaklarıma. Yeşil bir topun içinden sim yağıyor suratıma, hiç sesimi çıkarmadan, nefes bile almadan, ağzımı açıyorum, yıldızlar dudak kenarlarımdan zıplıyor, yuvarlanıyor, ağzımın içine doluyor yavaşça. Güneşi görüyorum, güneş git gide daha da parıldıyor, öyle parlak oluyor ki bir süre sonra artık hiçbir şey görmüyorum, karanlık daha da karanlık olmaya başlıyor, yıldızları da göremiyorum.

Her şey karardıkça düşünemez oluyorum. Sonra bir ıslık sesi duyuyorum. Güzel bir ıslık sesi, içimden ona eşlik ediyorum. İçimden ona ıslıkla cevap veriyorum.

Hiç yorum yok: