20 Nisan 2012 Cuma
Bir Zamanlar, Yıllar Yıllar Önce
20 Nisan 2010 Salı
Almanya'daysan bira içeceksin, dediler.
Geçen gün Hannover'e gidişimizin altında yatan Kentuck Fried Chicken ana fikri de bana bunu anımsattı işte. Mesela Hannover'in uzun süredir yalnıza tren istasyonunu bilen ben ilk kez olsun istasyon dışına adım atma fırsatı buldum. Tüm şehri bir kalemde silip tersi istikamette cehennem sınırında konuşlanmış Kentucky'e doğru sebatla ilerlemeye başlarken de hiç pişman olmadım aslında. Çünkü sanki hep orda yaşarmış gibi salak salak yollar tepip Kentucky'e gittim o gün, orda bir ağaç vardı, bir bahçe vardı, bolca tavuk kola ve pattes kızartması vardı. Patateslere baktım öyle sonra etrafa baktım. Hannover de böyle bir şeymiş dedim içimden. Beni de salak kılan işte bu yanım sanırım.
O değil de akşam üzeri dünya ne kadar da güzelleşiyor be. Sanki tüm dünyada sürekli olarak akşam üzeri ve mevsimlerden hep bahar olsa başka da bir şey istemem gibi geliyor bana. Sonra köprünün altından kömür yüklü bir yük gemisi geçince sanki büyük bir karnaval olmuş gibi seviniyorum, bir Japon gibi kendime hakim olamayıp basıyorum kayda. Beni de bu havalar böyle yaptı Blog, azcık sersemim ama yine de sersefilliğim ağır basıyor.
Arada sen de yazsana.
9 Nisan 2010 Cuma
Kızıl saçlarını merakla beklerken
Blog naber?
Bu sabah "Herkes kendi kaderini yaşar yağrim, dünyadan sonra bir hayağt daha vağrsa" diyerek uyanmış olmam seni de benden tiskindirdi mi? Yok canım deme öyle, sen de pek yalancısın. Peki ya sen sevgili Bihter, senden naber? Bak o Adnan'a deniz manzaralı kabristan kenarında ettiğin laflarla beni bir kez daha hüzünlendirdin ama eve gelip Cemile'yi kovman olmadı be Bihter. Yapmıycaktın bunu, kötü oldu o hareket. Aslına bakarsan Cemile'yi de oldum olası hiç sevmedim ben, ne yalan söyliyim, ama şimdi bunlarla aklını karıştırmak istemem. Yani dediğim şu ki Cemile belki kendi kendine ölürdü ne biliyim asansöre binerken beynini duvara çarpıp çıkar giderdi hayatınızdan, keşke biraz sabretseydin, zira hepimizin kırçıllı beyni onun kötülüğü için çalışıyordu. Neyse hadi bunları geçelim. Zaten Nihal'in kobra sevdası bizi de en az senin kadar dumur etti, hakikaten istiyorum hadi demesi de Nihal'in onca zamandır kurduğu "şirin ve sempatik zengin ev kızı" imajını yerle bir etti, ayrıca yüzüne bakınca da hakikaten anlaşılıyo, zaten şeftali nerden bakarsan şeftali, öyle değil mi Blog?
Haydi onu geçtim, bugün pek verimli bir gün oldu Blog. Yine hayal dünyamda nasıl bir program yaptımsa 5 te başlayan fransızca sınavını 5i 10 geçe hatırladım. Alman ulaşım sistemine buradan sonsuz teşekkürlerimi iletmek istiyorum, 15 dakka sonra sınavdaydım. Hayır o kelimelerin orasını burasını yazmayıp hadi bu metni doldurun mantığında bi sınav yapmak hangi arkadaşın aklına gelmiş merak ettim doğrusu, yok iyi geçti, yani beklediğimden. B2 bence iyi, 3 tane fransızca seçtim, evet hem sözlü anlama ve ifade kabiliyetimi geliştirmeye hem de bilim ve teknik konularında fransızca araştırmalar yapmaya yeltendim, o fransa'da eğitimle ilgili olanı neden aldım bilmiyorum ama 2 kredi 2 kredi diye bir laf var Blog, bilmem biliyo musun? Evet Almancaları zaten aldım, hem bu sefer konuşma-yazma "training" dersi diğerinden 15 dakika önce, öyle eve gelip uyuya kaldım gidemedim mevzularına hiç girmiyorum. Bu dönem böyle, dilimi mümkün olduğunca kullanmaya karar verdim, sen de hakikaten baya komikleşmişsin görmeyeli. Yo - yo! Gereksiz yere proje almadım bu sefer, adam gibi bi tane proje aldım. O braun mraun dediğin şey de mühim bişi aslında, sen çok önemsemesen de. İyi hallettik sayılır, bitti biticek.
Bugün ayrıca naptım, tüm haftalık programımı bir kağıda aktararak ilkokul günlerimdeki gibi her dersi uygun renkte boyadım falan, öyle de ilkokul bebesi bir yanım var işte. Öyle deme, sonra unutuyo insan, bak daha bugün 5 teki sınavı 5i 10 geçe hatırladım, hatırlatırım. Yarın belki çikolata fabrikasına gidicez, gerçi nerde onu da bilmiyorum ama biliyoruz dediler, hiç bilenle bilmeyen bir olur mu Blog? Yok gidemezsek de çok üzülmem sanırım, çevirim var, Leipzig'li sanatçılarla ilgili, Leipzig'e ne zaman gidiyoruz? Peki yeni aldığım ajandamı kullanmak için pazartesi gününe "Vize işlemini hallet" diye yazmam ve sonuna ünlem işareti koymam? Bazen ben de kendime kıyamıyorum.
Tüm bunların yanında bu hafta her gün her sabah kırmızı portakal suyumu içtim, ha bana ne kattı dersen onu ben de bilmiyorum ama her yerde meyve olayına pozitif bakıyolar, vardır bi bildikleri diyorum. Yok öyle eskisi gibi günde 4 tost falan yemiyorum, sabahları 1 tost, abartmıyorum. Evet belki de hep bahar olsa daha bilinçli ve topluma faydalı bir insan olabilirim, ama olcak şey var olmucak şey var Blog.
Seni şimdilik tepmek suretiyle sevgiyle itiyorum, kendine iyi davran demekle dememek arasında gidip geliyorum onun yerine şöyle diyorum: bu mevzu ikimizi de aşar yarim, isyanlar çıksa aşıklar ayaklansa. Tıskıyt !
10 Ocak 2010 Pazar
aba habiş gezagt, ona yük olmamak için
az önce bir ayrişpab'dan geldim, layvmüüzik için 2 buçuk avro verdim, tek eğlenen de gitar çalan adamdı kanaatimce. müzik öyle pek çoktu ki hiçbir şey söyleyesim gelmedi hiçbir kimseye. uzun bir süre boyunca sessiz durmak uzun bir süre boyunca anlamsız yere ingilizce egzersizleri yapmaktan daha iyi geliyor gene de bünyeye. ben ki zaten yok yere konuşmaktan hep çekinmişimdir, böyle vakitler iyice bir susasım geliyor. ben de işte öyle yaptım, sustum falan, biraz sandalye üstünde çaça yaptım salsa yaptım, hiçbir şey keyif vermedi. dışarda zengince kar yağıyordu, almanya'da patatesten sonra en çok kar varmış anlaşılan, bol bol serpiliyor etrafa. suğn dis pileys vil bi tuu sımol - pek tabii ki.
pek garip haller içindeyim şu sıra, öyle ki ben bile unutmuşum bunu. türkiye ziyaretimden sonra burdaki yokluk halini nedense kabullendim. orası kendine özgüymüş, orda varsan varsın yoksan yokmuşsun; misafir olarak bulunmak pek dokunuyor insana. bir de fena halde kırgınım kendime, amma velakin geçecektir. ben bir itlik eder affettiririm kendime kendimi.
yalnız aklıma takıldı bu insanlar neden böyle çılgınca çok anlamsız şeylerden bahsedip eğleniyorlar? bütün eğlencelerimiz böyle mi sakın? üzüldüm şimdi. kendime dışardan bakmamıştım hiç, bu kadar saçma sapan laflar edip her on beş saniyede bir grupça gülüyor muyum ben de kalabalık partilerde? belki de benim huysuzluğum, odamda pijamalarımla kapının ardındaki kalabalığa çemkiriyorum - bilemedim.
sanırım asıl sinirimi bozan şu an karnım aç ve o kalabalığa girip sürtünerek mutfağa ulaşıp birkaç tost ekmeği ve biraz peynir almak bana überalles zor geliyor. burda oturup kalabalığın ve gürültünün gitmesini de beklemek benim gibi pek sabırsız bir insan için hayli tırnakkemirtici bir durum. her ne ise, hiçbir şeyin bir şey ifade etmediği bu güzel ikibinon başlangıcında hiçkimse için bir şey ifade etmediğimi farz ederek hiçbir şey yapmadan oturup durmaktayım.
tabi ki en kısa zamanda emo olmaktan vazgeçeceğim, ama şimdi saçlarımı öne doğru yapıştırıp web cam'de fotoğraf çalışmaları yapmam lazım.
26 Kasım 2009 Perşembe
Cuxhaven
Tren garında iki tip tren saatlerine bakıyoruz. Ben zaten hanidir yukarda bi yerlere gitmek istiyorum. Sonra info'daki adama sordum ken yu spik ingliş dedim eaooıı yee ıı lidıl bit dedi, dedim olsun amca o da yeter ben yavaş konuşucam korkma. Dedim biz Cuxhaven'a gidicez ilk treniniz kaçta, dedi şimdi ben tam bilemiyorum bi bakıyım, baktı, dedi yalnız tren işte şu saatte ama en son Bremerhaven var bugün, sorry dedi. Dedim üzme kendini böyle yapma lütfen, olsun, senin hatan değil ki. Bize bi kağıt verdi üstünde trenler saatleri gittikleri yerler. Baktım ama Cuxhaven'a giden tren var yani. Sabah 5 te falan bi tren var görünüyo. Dedim tamam 9 39 trenine binelim gidelim işte, Murad da dedi bana uyar, dedim ohoo bana baya baya uyar, yok dedi en iyi bana uyar, dedim yapma bana tam gelir bu. O şekilde hemen gittik Burger King'den bişiler aldık koşarak trene atladık. Ondan önce tabi info'da bi kadın bulduk ona da sorduk, ki onun ingilizcesi daha iyiydi, dedi Bremerhaven'da bakın 4 saat beklemeniz lazım. Dedik ne fark eder, gezeriz yani, dedi siz bilirsiniz, dedim tamam bebeğim sen de üzülme şimdi lütfen. Bindik biz trene.
Önce Hannover'e geldik trenden indik şöyle bi etrafta döndük sonra gidip sıcak çikolata aldık. Sonra orda bi aburcubur makinesi vardı, baktık birisi cips almaya çalışmış ama cips takılmış kalmış. Murad dedi benimle aynı şeyi mi düşünüyosun, aynı amerikan filmlerinden bir replikti, ben de hemen amerikan filmlerindeki gibi evet dedim. Sonra hemen bişiler düşündüm. Neyse sonra anladım zaten ne düşündüğünü hemen bi 50 cent çıkardım, attık, 11 e bastık, önce takılan cips düştü sonra arkasındaki cips de düştü. O an Avrupa'yı fetheden Türklerdik biz, çok gururluyduk. Cipsleri alıp Bremen trenine bindik. Trenler de bomboş zaten kimseler yok vagonlar bizim, yayıldık iyice.
Bremen'de indik bi sonraki trene 10 - 15 dakka falan vardı. Ben bi dışarı çıktım baktım falan ama pek de bişi göremedim. Sonra girdim gittik diğer treni beklemeye. Sonra tren geldi ama azcık gecikti, bu bizi çok üzdü, Almanya'ya bunu yakıştıramadık diyebilirim. 15 dakikalık bu rötardan sonra trendeki yerlerimizi aldık. Tren laylaylom giderken biz de hafiften düşüncelere dalmışız acaba bu önümüzdeki 4 saatte neler yapsak diye. Sonra tren Bremerhaven'a doğru giderken farklı yerlerde durup yolcu indirdi. O ara korkmaya başladık. Her durduğumuz yer biraz daha ormana benziyordu. İlk önce gar ortamı yok oldu, sonra oturaklar gitti, sonra ağaçlar geldi, hatta en son bi durakta etrafta kuru kafalar ve domuzlar vardı diyebilirim. Bi şekilde Bremerhaven'a geldik ama trendeki son dakikalarımızı hatırlıyorum, cama yapışmışız, abi ışık yok, göremiyorum, o ne, o bi ağaç mı? Allah kahretsin sıçtık şu an, orman burası, napıcaz şeklinde yarı ağlamaklı bi haldeyiz. Sonra indik bi baktık solda ışıklar var böle bikaç bina var, Murad'ın o acıklı cümlesini duydum o an işte, abi uygarlık! dedi. Hakaten de sol tarafta yaşanılan yerler vardı, sevindik. Hemen aşağı indik, ama aşağı inerken hafif bir hayal kırıklığı yerleşti içime. Öncelikle alt kata giden merdivenlerin ven bekleme salonları, kafeler ve dükkanlara açılacağını düşünmüştüm ama sadece bir boşluğa çıktık. Bisiklet park yerleri boştu. Duraklar boştu. Evlerin ışıkları kapalıydı. Her yer terk edilmişti gibiydi sanki. Sonra arkamızdan gelen iki kadın vardı ben hemen dünyanın en kibar insanı oldum ve en az 1 metrelik bir mesafe bırakarak (yani gece yarısı Alman insanını korkutmamaya çalışarak) Eksküyz mi, dedim. Dedim biz şimdi buraya bu trenle geldik, saat de bakın 1. Şimdi elimizdeki kağıda göre bi sonraki trenimiz 5.12'de kalkıcak. 4 saatimiz var. Burada oturabileceğimiz bi yerler, ne biliyim bi kafe bişi var mı, ne tarafta falan diye sordum. O sırada işte kadının suratı sürekli daha umutsuz daha üzgün ve daha korkutucu bi hal aldı. ÖÖÖÖ, dedi ilk olarak. O "ö" yü asla unutamıycam, buralar yani, nası desem, burda bişi yok ki, dedi sonra. Diğeri de arka tarafta taksi durağı olması lazım onlara sorun ama buralar böyle boştur şu an dedi. Kalbimizi kırdı yani, eline aldı ve böyle sıktı büzüştürdü sonra da kaldırım kenarına fırlattı. Biz de bari merkeze gidelim merkezde kesin ama mutlaka bi yer vardır diye düşündük. Gecelerin bitmediği bi şehirden geldiğimiz için bize göre daima açık bir bakkal açık bir kafe vardı yani. Olmalıydı.
Ama yokmuş. Hava da fena soğuktu, ben de nedense o gün çok kalın giyinmemeye karar vermiştim, ne akılsa. Sonra önce bi mc donalds bulduk, o an tanrı'ya teşekkür ettiğimi hatırlıyorum. Tanrı'da hemen bi yanıt gönderdi zaten, şöyle yazmış:
"Hehehe, bi dakka ya nası yani inandın mı, bu mc donalds Drive In hizmet veriyo, ayrıca şu an kapalılar, sabah 10 da falan açılır, Mikail'in selamı var, öpüyorum."
Saatime baktım, hala 4 saatimiz vardı, çünkü zaten yuvarlak hesap yapıp 4 saat var demiştik kendimize, ama daha yeni 4 saat kalmaya başlamıştı. Sonra ilerde bi benzinci gördük, hemen ona gittik. Camdan içeri baktım içerde bi kaç kişi vardı, otomatik kapı açılmıyodu. Bana doğru baktılar ve kafalarını çevirdiler. Bi süre daha bekledim ama hiçbişi olmadı. O an domuz gribinin Almanya'dan yayılmaya başladığını da anlamış oldum. Ama burda grip şeklinde değildi daha çok kronik bi rahatsızlıktı.
Sonra işte bi durak bulduk oraya sığındık. Durağın iki yanı kapalı olduğu için orda sıcaklık -18 derece değil -10 falan gibiydi. Orası bi nevi kaloriferli bi bekleme salonu oldu bizim için. Sonra bi ara ben gaza geldim dedim: "Murad kalk McDonald's a gidelim yalvaralım, böyle böyle diyelim ölüyoruz diyelim bizi alırlar hem çay içeriz, her şey güzel olucak, McDonald's bu, ikinci evimiz sayılır dedim. Murad evet dedi yaparız dedi iyi insanlar vardır içerde dedi, koşmaya başladık. Ama koşunca hava sıcaklığı -23e falan düşüyodu yürümeye başladık. İşte o sırada ben inanılmaz bi tasarım oluşturdum ve eldivenlerimden atkı yaptım." (New Design with Found Objects - 2009 November - p. 229)
Artık bi atkım da olduğu için özgüvenim tavandı. Sonra Mc Donald's kapısına vardık, içeri doğru baktım, aklımda excuse me ile başlıyan çeşitli acıklı cümleler vardı zaten, hangisi ile başlasam onu düşünüyodum. Sonra içerde bi kız gördüm. Sonra biri daha vardı. Konuşuyolardı. Sonra beni gördüler, baktılar, sonra kafalarını çevirdiler, konuşmaya devam ettiler. Onlar da hastalanmıştı, herkes ölümcül bir virüsün etkisindeydi ve kurtulmaları imkansızdı. Ben de bi türk olduğum için çok gururum kırıldı o an, polonyalılar gibi cama falan vurup bi bakar mısın diyemedim, o an "kültürler arası ölüm öncesi davranış bozukluğu farkları" başlıklı yazısı geldi aklıma Beaudelaire'in. Keşke o yazısını yayınlasaydı, çünkü gerçekten doğruymuş söyledikleri. Çok terslemiştim onu o gün, meğer haklıymış. Her neyse...
Sonra sinirden gitti bi yere işedi, benim de çişim vardı ama ben o an kötü talihimi düşündüm ve işerken Alman polisi tarafından yakalandığımı ve bu nedenle nezarethaneye götürüldüğümü hayal ettim ve vaz geçtim. Biraz etrafta dolandık falan sonra bu kez de belki araba taklidi yaparsak Mc Donald's tan kahve alabiliriz diye düşündük. Sonra araba yolundan içeri ilerledik. Kırmızı bi makine vardı, hamburger kola resimleri, fiyatlar, bi ekran, hoparlör, ve tam o sırada "İyi geceler, siparişinizi alabilir miyim" diye bi ses geldi hoparlörden. Anamm dedim ben, duydular mı bilmiyorum, meğer orda özel sensörler varmış araba gelince anlamak için, bizi hakaten araba sandılar hohoho diye güldük ama kadın hala bekliyodu, tekrar etti "siparişinizi alabilir miyim?" dedi. Söyle abi kahve istiyoruz de, dedi Murad. Ben de ööö vi vud layk tu hev tu kafiiz piliiz, dedim. Böyle anlarda dünyanın en salak cümlelerini söylemek benim için bi var oluş diyebilirim. Sonra kadın garip sesler çıkararak İngilizce moduna geçti. ok, two cofees, dedi sonra bişi dedi anlamadım. Ekranda para işareti çıktı, fiyat yazdı. O an dedim lan burdan elektronik olarak mı ödicez nolcak, sori? dedim, sonra kadın fark etti almanca konuştuğunu, ikinci kısma ilerleyebilirsiniz dedi, biz de öyle yaptık. Bi pencereden kahvelerimizi aldık, paramızı verdik. Sonra ben son bi umut kadın döndüm dedim böyle böyle biz işte saatlerdir burdayız tren garından bakın saat 5.12 de trenimiz var ama donmak üzereyiz burda gidebilceğimiz bi yer var mı, dedim. O da bana tren garının yerini anlattı, dedim hayatım, nar tanem, onu ben de biliyorum demek istediğim burda bi kafe restoran bişi var mı böyle kapalı bi mekan, dedim, öööö dedi, o an zaten hayat anlamını kaybetmişti benim için. İlerde bi yerde bi restoran var ama açık mı bilmiyorum dedi. Ben de insanlık ölmüş, dicektim ama o an tam toparlayamadım cümleyi, tenk yu, dedim. Gittik.
Araba yıkama merkezinin kuytu bi köşesine sindik, beklemeye başladık tekrar, camlara beni yıka falan yazdık, en azından hala Domuz Gribi değildik. Sonra uzun bi kaldırım vardı, sence bu uçtan diğer uca kaç adımdır diye sordu Murad, zaman geçirmek için sormuştu anladım, bilmem bakalım dedim. Sonra adım adım saydık. 10 dakka falan geçirdik farkında olmadan. 253 buçuk adımlık kaldırımı arkada bırakıp tekrar otobüs durağına döndük. Orası sıcaktık çünkü, hem ışık vardı hem de sol tarafa geçen arabalardan ben, sağa giden arabalardan Murad 1 puan alıyorduk ve 5-2 ben öndeydim, ortada kazanabileceğim bi oyun vardı yani.
Bekle bekle saat 4 buçuk oldu, artık Murad üşümekten iyice fenalaşmıştı, zaten son iki saattir neden böyle bişi yaptık, çok saçma bi fikirdi, şu an evde uyuyo olabilirdim gibi şeyler diyip duruyodu. Ben de - ki normalde böyle durumlarda mız mızlık eden kişi ben olurum - gene de aslında eğlenceli bişi olduğunu falan söylüyodum, hatta açıkçası inanıyodum da buna. Güzeldi yani, dünyanın biraz daha tepesinde olmak, evde oturup 2 dakkada bir feysbuk sayfasını yenilememek, dışarda olmak falan. Neyse işte bi şekilde yavaştan yola çıktık saat 5e 10 kala gara vardık, 22 dakkamız vardı. o arada acaba bu garın uzunluğu nedir diye düşündük, adım adım saydık, bi şekilde vakit geçti de tren geldi, sonra trene bindik de ısındık, ısındık da biraz mayıştık, uyumuşuz. Sonra işte saat 5.57'de Cuxhaven garına vardık. İndik, tren saatlerine baktık, 10 buçukta bi tren varmış dedik dışarı çıktık.
Dışarıda güzel bi karanlık vardı, güneşin doğmasına 1 saat var diye düşündük. Etrafta dolanmaya başladık. Hava iyice soğuktu artık, sonra Deutsche Bank'a girdik ısındık biraz, tekrar çıktık bi süre denizi aradık, o ara sokakları gezmiş olduk, yavaştan dükkanlar açılmaya başladı, güzel kokular geliyodu her yerden. Bi şekilde bi info noktası bulduk, haritayı inceledik, denizden pek uzak değildik, sonra dümdüz yürüdük de deniz tarafına vardık. Ama hava çok karanlıktı, Murad da karanlıkta denizden pek haz etmiyomuş, dalgalar bizi içine çeker, dedi, tamam dedim. Güneşin doğmasını bekledik bi süre ama hava çok az aydınlandı sadece sonra da hiç bi değişim olmadı. Sonra şöyle bi kalktık baktık da fark ettik meğer güneş doğmuş, ama üzerimizde çok büyük ve çok kalın bi bulut tabakası varmış. Böyle ufukta bi yede bulutların arasından gerçek gökyüzü görünüyodu yani, hava aydınlık güzel aslında yukarda, ama işte Cuxhaven topraklarında gece gibi her yer. Sonra sahile doğru yürüdük deniz kıyısına vardık. Kuzey Denizi vardı, çok sakindi her yer. Güzelmiş ya, sevdim ben ama çok soğuktu, yorgunduk uykuluyduk, gene de güzeldi. Biraz daha dolandık sonra gittik BackWERK'te bişiler yedik çay içtik, sabah oldu iyice, çok az daha aydınlandı hava. Sonra gara erken gittik belki daha önce bi tren vardır diye, hakikaten de varmış, 9 buçuk trenine bindik, uyuklaya uyuklaya eve döndük.
Murad bundan sonra hiçbi yere gitmiyceğini evden de dışarı çıkmıycağını söyledi son söz olarak, ben de bundan sonra daha çok dışarı çıkmaya karar verdim ama kesinlikle atkı alıcam.
15 Kasım 2009 Pazar
Koşulları varsa ihlal edilmeden feshediniz

Ben küçükken benim için dünya çok büyüktü, büyüdükçe daha da büyüdü. Mesela ben küçükken izmir ve türkiye aynı şeydi. Türkiye derdim izmir'e, bi keresinde işte zonguldak'a gitmiştik. Dünyanın en ilginç şeyiydi benim için, daha önce hiç başka bi yere gitmemiştim. Sonra yıllarca bu gezi anımı türkçe derslerinde falan anlattım, kompozisyonlar, gezi yazıları falan yazdım. O anım baya bi işime yaradı yani, uzun süre kullandım. Sonra işte dünya izmir, zonguldak ve türkiye şeklindeydi. Tam yerlerini bilmesem de farklı şehirlerin isimlerini bilmek çok karizma bişi oldu benim için. Sonra büyüdüm, üniversiteyi kazandım, istanbul'a geldim. İstanbul da meğer gerçekmiş, orda insanlar varmış, o filmdeki yerler meğer burdaymış. Çok etkilenmiştim. Sonra bi gün bi yerde bazı insanların hiç deniz görmediğini duydum, bundan da çok etkilendim, bi de üzüldüm onlar için. Nerdeyse çeyrek asırı devirmeye yaklaştığım bir zaman da bodruma gittim. Bodrum da gerçekmiş, güzelmiş, ama o kadar çok şaşırmadım çünkü artık alışmıştım böyle şeylere. En azından türkiye'deki gezilerim pek az ve sayılı da olsa artık bana doğal gelmeye başladı. Ama içimde hep büyük bi heycan oluşuyodu başka ülkeleri düşününce. Sonra bi gün şirin'in blogunda barselona'yı gördüm. O günü de asla unutmam. Hiç inanmadım gerçek olduğuna. Sonra bi gün pınar defolup gitti, o gün de çok üzüldüm ama sonra böyle oraları falan gezerken o ben de bi heycanlandım. Yani ne biliyim mümkün geldi bana o an her şey, başka yerler var dünyada yahu dedim hakaten var yani yalan değil. Nedense buna inanmam çok zor oldu, siz anlayamazsınız o hissi, bir ben bilirim belki. Sonra memet italya'ya gitti, ne güzel bi yermiş o da, sonra tolga amerika'ya gitti, oha saatlerce uçuyosun ve iniyosun amerika, sonra holivud falan. Hepsi essahmış evet. Sonra memetle elbruz suriye'ye gitti, orda böyle sarı sarı şehirler varmış hakaten. O zamanlar artık başka ülkeler insanlar dünyanın farklı yerleri, tüm bunları teorik de olsa kabullenmiştim. Ama her gece rüyamda abuk subuk yolculuklar yapıp yok izlanda'ya yok fransa'ya gidip duruyodum ki bu aslında çok hüzünlü bi hikayedir dışardan bakıldığında.
11 Kasım 2009 Çarşamba
Pardon, bakar mısınız?

Ya şimdi onları bırak da burda 350 gramlık insan gibi bir ekmek yok be blog, biliyorum zaten türkiye'de de normal ekmek almıyodum pek, her lafa bir cevabın var, ama ne biliyim sonuçta özlüyo insan ekmeği, yooo, ne alakası var, of çok saçmaladın şu an, biz hep yerdik küçükken, evet gayet, o senin sorunun.
Neyse ya bi de çok moralim bozuk dinamomun teli koptu, sora zaten pek dayanamadı yolda kendini atıverdi arka tekerden, tam yolun üstüne çat diye düştü, ya yok üşendim almadım, evet şu an ışıksızım yollarda, hıı evet bi de öyle bişi varmış ama ne kadar bilmiyorum zaten ilk cezamı yedim geçenlerde merkezde biliyosun, nası be, yooo anlattım, hayır gayet anlattım, ya of çok da bişi diil yahu, ya işte merkezde binmek yasakmış dükkanlar varmış insanlar varmış allah mafazaçoktehlikeliymiş, ya of evet ya, ben de aynen öyle dedim gel dedim bi türkiye'ye abla dedim, hıı evet kadın polis, iki tane tombiş kadın polis, yaaani pek fark etmiyo aslında sonuçta para ödüyosun, ya aslında 10'muş da bize 5 kestiler, hıı, murad'la.
Ya bu arada onun da tekeri patlamış ben de bugün okul dönüşü yolda cam kırıkları vardı üstünden geçtim biraz sakat bizim buralar, aman bırak ya ne avrupası hepsi sikko, içip içip şişe kırıyolar tek eğlenceleri bu, yooo, gayet de sıkıcı yani, bi kere soğuk, sonra türkiye'ye gel memeler meydan, haklılar tabi, hakaten ya ben de dönüşte çıplaklar kampındayım, açılıcam, türk açılımı yapıcam.
Bilmiyorum ya, bilmiyorum böyle bi garip yani içim, işte çay güzel, neyse ki çay var sallama falan da zaten ben biliyosun demlemeye üşenen bi insan oldum daima, aman aynı şey bence ya, ben demleme çaya karşıyım şu an tamam mı, ne hohoho, yaa sorma sen çok değişmişsin, aman nası değişmişsin anlatamam, iyi.
Ya bi de sanırsam dünyadaki en güzel şey insanın evi ya, dimi, böyle mahallen falan kendi bakkalın falan, bi de her naber diyene gut alles gut falan dememe lüksü falan, amaan ne biliyim ya falan diyebilmek, sıçış sıçış falan haha dimi, ya da ne biliyim ya proje ya of ya falan demek mesela günaydın yerine ahaha, evet ya okulu bile özledim, bilmem, belki, aman umrumda değil ya, e biliyorum tabi ki, iyi de aman ben pişman oldum vay vatanım canım vatanım diye mi gezicem yani, şu an yine saçmaladın, yoo yani işte aslında güzel de bişimiş onu fark ettim, sağol, hıhı o senin farkındalığın, bilmem sence?
Ya neyse yatalım bence, gururdan mı nedendir artık, e sen gel kendini alt edersen?
16 Ekim 2009 Cuma
Bisikletimle Geziyorum : Emsstrasse
Selam selam. Pozitif enerjin yine ıslak bir günle karşılaştığı soğuk ve karanlık bi Almanya sabahında daha beraberiz. "Gökyüzü pırıl pırıl parlıyor" demek isterdim fekat yalan söylemek istemiyorum şimdi. Sabah kalktım çöpler birikmiş. Bari çöpleri atayım dedim. Ama sokağın orda bir çöp bölümü var allam 10 tane çöp kutusu hepsi de ayrı ayrı şeyler için. Sora ben de kutulardan birini açtım baktım içersi gayet karman çorman dedim o zaman benim çöplerim için en uyun kutu da bu olmalı. Ben de attım gitti. Eski kıyafetlerin atıldığı bi kutu da varmış. acaba arada ordan kıyafet mi alsam diye düşünüyorum. Neyse sora eve geldim ortalığı bi temizledim. Bulaşık yıkadım. Sora da markete gidiyim dedim. Burası bizim yurdun hemen önünden geçen içeri doğru giden Emsstrasse. Sonuna doğru bi market vardı ben de oraya gidiyim dedim çünkü diğer market tam tersi istikamette artık oraya gitmekten sıkıldım.
İşte böyle sokaklar geçtikten sonra marketimize vardım. Gene tüm şeker çikolata reyonları çok renkliydi. Ama artık kendimi üzmemeye karar verdim. Onları yok sayıyorum. Kahveli şokella buldum ondan aldım. Biraz peynir ki burda doğru peyniri seçmek çok zor oluyo benim için. Artık her seferinde başka bişi deniyorum. Ekmek bi de kinder pinguimsi bişiler aldım. sonra da pek sevgili kasiyerin yanına gittim halo danke bitte şeklindeki son derece karmaşık diyalogumuzu falan kurduk.
Sonra işte aldıklarımı sepetime doldurdum. Ha bi de pizza aldım evet. burda hazır pizza çok ucuz bişi. Adeta makarna yemek yerine pizza yemek daha mantıklı gibi diyebilirim. Bi de fırına koyuyosun 10 dakka sora alıyosun falan. tam student style. Ha bi de tabi ki şu sandalyelerin olduğu turuncu çerçeveli yerden bir adet kuruhasan ve bir adet de berliner aldım. Berliner dediğim şey de böle donut ama ortasında delik yok. Kız yani. içinde de marmelat var. üstü de şeker kaplı. bi de tabi yumuşacık bişi. mesela kalan tüm hayatımı berliner yiyerek geçirebilirim. Arada değişiklik olsun diye kuruhasan da yerim. Burdaki kuruhasanlar hakaten çok iyi. Hiç düşünmezdim sevceğimi. sonra da yurduma vardım, bisiklet parkına bisikleti kitledim. her zamanki gibi gene kapı üstüme kapandı falan filan. böyle de şanssız bi insanım, evet.
bir alttaki videoda da mutfağımızı görüyoruz. kablosu olmayan kablolu tv'miz var. mutfaktaki sandalyeleri sürekli olarak düzeltip duran da benim, evet. bahçeye çıkıyorum. işte o bahçenin önünden geçen yol az önce markete giderken geçtiğimiz emsstrasse. duvara da kızlar elele tutuşan çocuklar asmışlar. zannımca erkekler de altına taşakpipi falan eklemiş. evet, burda da espri anlayışı en az türkiye kadar sofistike.
Bir sonraki videoda da odamızı görüyoruz. Şrek falan her zamanki gibi zinde dipçik gibi dikilmiş sabah sabah. Dışarda güneş olsaydı ön bahçemiz daha güzel görünyodu ama ben güneşli günlerde çok mutlu olduğum için aklım bi karış havada geziyorum hiçbişi çekmek aklıma gelmiyo. Daha güneşli bi günde bikaç panaroma çekiyim sonuçta panaroma rulez!
evet böyle şeyler işte. Sonra bi ara merkeze inince oraları da çekerim diyorum. bugün emsstrasse'yi tanımış olduk. Bir sonraki bisikletimle geziyorum entry'sinde görüşmek üzere hepinizi sevgiyle pandikliyorum.