İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Kasım 2009 Pazar

Üstümüze çığ düşsün


SNOW

cru
is
ingw Hi
sperf
ul
lydesc

BYS FLUTTERFULLY IF

(endbegi ndesignb ecend)tang
lesp
ang
le
s
ofC omego

CRINGE WITHS

lilt(
-ing-
     lyful
of)!
(s
r

BIRDS BECAUSE AGAINS

emarkable
         s)h?
              y&a
                  (from n
o(into whe)re f
              ind)
nd
ArE

GLIB SCARCELYEST AMONGS FLOWERING

e.e. cummings

16 Kasım 2009 Pazartesi

Mesela

Eğer her yaşım için bi dilek hakkım olsaydı ben zaten listemi önceden hazırlamış olurdum, mesela:

1- Gece 2 insanları a la taksim
2- Namlı'ya arka kapıdan girip ön kapıdan çıkmak
3- Eskicilere bakıp "onun yenisi daha ucuzdur biliyo musun" demek
4- Çiğdem çıtlamak jüskomaten
5- Memet'lerde verilen kalabalık yemek partileri
6- Aynur annelerde kahvaltı ve dijitürk
7- Liji dondurmacısından dondurma alsam mı almasam diye düşünüp caymak
8- Mimarsinan insanları ve kedileri
9- Ayşegül ve bruzla merdivenlerde cips yemek
10- Bütün aklı olan insanlarla beraber rıhtımda değil çimenlerde oturmak
11- Buzdolabındaki mıknatıslardan surat falan yapıp bozmak
12- Tolga'yla sağlıklı bir burger king kahvaltısı yapmak yada yapmamak üzerine uzun süre düşünmek
13- Karaköy'deki alt geçitte kaybolmak
14- Burak'ın arabada çok sesli koro oluşturmak
15- Çevirimin olması ama onun yerine uyumak
16- Kar yağar gibi olunca okula gitmemek
17- Ortaköy sokaklarını kaydırak olarak kullanmak
18- Ayşegül'le milleti kandırmak, Pınar'la kar yağınca bira içmek, Memet'le Nemrut'un geleceği hakkında derin düşüncelere dalmak, Tolga'yla Direnlere gidip geç saatte kalkmak, Elbruz'la bi türlü gitmediğimiz o entel kafesine gitmeki herkesle beraber firuzağa'da çay içmek - ünlülerin ne kadar şişmanladığını fark etmek
19- Olmadık bi saatte gümüş parlatmak yada fırını temizlemek
20- Küçük odada tavana uzun uzun bakmak
21- Fehmi'lerle Yıldız parkında piknik yapmak
22- Gece yarısı sucuk gibi terleyene kadar sokakta badminton oynamak
23- Komşufırın'dan pattesli peynirli poğaça almak
24- Herhangi bişiye karşı olmak

15 Kasım 2009 Pazar

Koşulları varsa ihlal edilmeden feshediniz

Az önce naptım, bahçeye açılan kapıyı açıp çimlere oturup gökyüzüne baktım. Gökyüzünde yıldızlar falan, yıldıztakımları, biz böyle hepsini aynı düzlemde sanırken aralarında aslında yüzmilyon ışık yılı uzaklıklar var, evet. Gökyüzüne öyle bakınca, bi an sanki baharmış gibi geldi bana. Hava da pek soğuk değildi nedense, bi de kulaklıklarım vardı müzikli, o zaman daha bi pırıl pırıl oluyo gökyüzü. Yıldızlar güzel şeyler, özellikle de gözüküyolarsa, büyük şehirlerde genelde hep bi pus vardır, bulut vardır pek görünmezler de böyle bodruma, antalyaya falan gidince, tatil zamanları falan pek bir güzel görünür gökyüzü, hatta dikkatli bakarsanız samanyolu bile görünür. Ne çılgınca bişi.

Bugün bir de naptım, odamın şeklini değiştirdim. Oda denen şey, ev gibi, çok güven dolu, çok bilindik. Ama bazen o bilindik his insana fazla geliyo, yani sürekli sizi koruyan anne babanız gibi mesela. Böyle bi an olsun ordan kopmak istiyo insan, o zamanlar insana güven veren masanın aksi gibi odanın tam öbür köşesinde olması gerekiyo, yatağın tavana falan taşınıvermesi yahut. Mekan denen şey de çok deli bişi, insan bi anda aynı yerdeyken başka bişi hissetmeye başlıyo eşyaların yeri değişince. Öyle zamanlarda mesela hep bi ders çalışmaya başlayasım, kitap yazasım, farklı ve yeni bişi yapasım geliyo. Yeni bi yere gitmek gibi galiba. Mesela buraya gelirken de içimde çok fazla yeni şey yapma isteği vardı. Geçti tabi şimdi, hayat bazen insanı tüm iyi niyetlerinden arındırabiliyo hırçınca. Her neyse, böyle bi vakitte işte ben de bir gökyüzüne bakayım dedim iyi geldi. Bazen gökyüzüne bakmak iyi geliyormuş insana öyle diyelim.


Ben küçükken benim için dünya çok büyüktü, büyüdükçe daha da büyüdü. Mesela ben küçükken izmir ve türkiye aynı şeydi. Türkiye derdim izmir'e, bi keresinde işte zonguldak'a gitmiştik. Dünyanın en ilginç şeyiydi benim için, daha önce hiç başka bi yere gitmemiştim. Sonra yıllarca bu gezi anımı türkçe derslerinde falan anlattım, kompozisyonlar, gezi yazıları falan yazdım. O anım baya bi işime yaradı yani, uzun süre kullandım. Sonra işte dünya izmir, zonguldak ve türkiye şeklindeydi. Tam yerlerini bilmesem de farklı şehirlerin isimlerini bilmek çok karizma bişi oldu benim için. Sonra büyüdüm, üniversiteyi kazandım, istanbul'a geldim. İstanbul da meğer gerçekmiş, orda insanlar varmış, o filmdeki yerler meğer burdaymış. Çok etkilenmiştim. Sonra bi gün bi yerde bazı insanların hiç deniz görmediğini duydum, bundan da çok etkilendim, bi de üzüldüm onlar için. Nerdeyse çeyrek asırı devirmeye yaklaştığım bir zaman da bodruma gittim. Bodrum da gerçekmiş, güzelmiş, ama o kadar çok şaşırmadım çünkü artık alışmıştım böyle şeylere. En azından türkiye'deki gezilerim pek az ve sayılı da olsa artık bana doğal gelmeye başladı. Ama içimde hep büyük bi heycan oluşuyodu başka ülkeleri düşününce. Sonra bi gün şirin'in blogunda barselona'yı gördüm. O günü de asla unutmam. Hiç inanmadım gerçek olduğuna. Sonra bi gün pınar defolup gitti, o gün de çok üzüldüm ama sonra böyle oraları falan gezerken o ben de bi heycanlandım. Yani ne biliyim mümkün geldi bana o an her şey, başka yerler var dünyada yahu dedim hakaten var yani yalan değil. Nedense buna inanmam çok zor oldu, siz anlayamazsınız o hissi, bir ben bilirim belki. Sonra memet italya'ya gitti, ne güzel bi yermiş o da, sonra tolga amerika'ya gitti, oha saatlerce uçuyosun ve iniyosun amerika, sonra holivud falan. Hepsi essahmış evet. Sonra memetle elbruz suriye'ye gitti, orda böyle sarı sarı şehirler varmış hakaten. O zamanlar artık başka ülkeler insanlar dünyanın farklı yerleri, tüm bunları teorik de olsa kabullenmiştim. Ama her gece rüyamda abuk subuk yolculuklar yapıp yok izlanda'ya yok fransa'ya gidip duruyodum ki bu aslında çok hüzünlü bi hikayedir dışardan bakıldığında.

En nihayet bi gün uçağa bindim de uçak böyle havalandı da sonra ben böyle istanbul'dan avrupa kıtasına doğru ilerlerken minicik ışıklar şeklinde kentler gördüm. Dünya orda aşağıda birbirine sınırları olan ülkeler şeklinde bişiymiş hakaten. O an böyle kalbim gümgüm attı, heycandan uyumuşum sonra. Sonra uyandım bir baktım Frankfurt'taymışız biz. Ayşegül kitapları gibi bişiymiş dünya, gezmek, görmek. Sonra bi uçağa daha binip Hannover'e doğru uçtum, o zaman bi de bulutların üstünden uçtuk böyle yeryüzü görünmüyodu, her yer bulut. Bulutların da aslında buhar gibi bişi olduğuna o an daha iyi inandım ama gene de sanki böyle pamuk gibiler gene de, yani uzaktan bakınca, yani ne bilim gene de öyle gibi, evet. Sonra işte burdayım ya. Bazen böyle bi saçma hissediyorum. Yani meğer burda da hava aynı kokuyomuş, insanlar aynı şekilde yürüyomuş, sokaklar falan aynı şeymiş, bakkal, su, ekmek. Hep bunlar aynıymış, sadece yeri farklıymış, bana çok ama çok farklı gelceklermiş gibi gelmişti. Şimdi düşünüyorum da belki bi gün gelcek ben hala işte "bi gün almanya'ya gitmiştim ben" diye anlatıyo olcam. Senelerce zonguldak gezimi anlattığım gibi. O zaman üzülürüm kendime, ama kıyamam da.

Belki işte bi gün o kadar çok gezerim ki ne biliyim artık bangladeş de tacikistan da hollanda da aynı derecede gerçek gelmeye başlar bana. İşte burası dünya falan derim, alışırım. Belki o zaman bu geceyi hatırlarım, yıldızları falan. O zaman gene çok daha küçükken yaşadığım başka bi günü hatırlarım. Erich von Daniken'in tanrıların arabaları kitabını annemden yalvar yakar alıp okuduğum o günü mesela tekrar yaşarım. Evrende katrilyonmilyonyüzmilyarlarca yıldız vardır diye okuyunca ter basmıştı beni, nası olabilir o kadar çok, nası olabilir falan demiştim, uyuyamamıştım falan. O kadar çok yıldız nası olur ki lan? dimi? Belki işte o zaman, dünya'ya çok çok daha alıştığım zaman, ülkeler, insanlar, başka diller, kültürler beni şimdiki gibi heycanlandırmadığı zaman ya da işte hepsini daha bir sindirebildiğim, kabullenebildiğim zaman, gene bu geceyi ve yıldızları falan hatırlarım da acaba aya çıkmak, marsa gitmek, uranüste gezmek nası bişi diye düşünürüm. Belki bi gün çok inat ederim de astronot olurum, o olmaz belki de belki kuyruklu yıldız olurum.

Kuyruk dedim de aklıma ne geldi. Bi gün ananem demişti kuyruk sokumu diye o ne demiştim bak işte buran demişti, göstermişti, buramızda kuyruğumuz varmış ama düşmüş. Oha, nası yani, demiştim, belki de ben kangruydum diye düşünmüştüm. Ara sıra biraz çok yiyince göbeğim şişince belki orda kesem var ondan diye düşünüyorum.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Pardon, bakar mısınız?


Bugün krançi fıstıkezmemi yerken aklıma ne geldi blog, ben de şaştım kaldım adeta, evet, sana söylemesem dayanamamdı, yapamamdı, olmağdı.
Neyse onu boş ver de buralarda sıkıldım ben. Herkes bir değişik, hayır ben de severim değişikliği, onla ne alakası var şimdi, değişik derken, yani tamam belki de yanlış kelimeyi seçtim, herkes bir alman, oldu mu?

Ya şimdi onları bırak da burda 350 gramlık insan gibi bir ekmek yok be blog, biliyorum zaten türkiye'de de normal ekmek almıyodum pek, her lafa bir cevabın var, ama ne biliyim sonuçta özlüyo insan ekmeği, yooo, ne alakası var, of çok saçmaladın şu an, biz hep yerdik küçükken, evet gayet, o senin sorunun.

Neyse ya bi de çok moralim bozuk dinamomun teli koptu, sora zaten pek dayanamadı yolda kendini atıverdi arka tekerden, tam yolun üstüne çat diye düştü, ya yok üşendim almadım, evet şu an ışıksızım yollarda, hıı evet bi de öyle bişi varmış ama ne kadar bilmiyorum zaten ilk cezamı yedim geçenlerde merkezde biliyosun, nası be, yooo anlattım, hayır gayet anlattım, ya of çok da bişi diil yahu, ya işte merkezde binmek yasakmış dükkanlar varmış insanlar varmış allah mafazaçoktehlikeliymiş, ya of evet ya, ben de aynen öyle dedim gel dedim bi türkiye'ye abla dedim, hıı evet kadın polis, iki tane tombiş kadın polis, yaaani pek fark etmiyo aslında sonuçta para ödüyosun, ya aslında 10'muş da bize 5 kestiler, hıı, murad'la.

Ya bu arada onun da tekeri patlamış ben de bugün okul dönüşü yolda cam kırıkları vardı üstünden geçtim biraz sakat bizim buralar, aman bırak ya ne avrupası hepsi sikko, içip içip şişe kırıyolar tek eğlenceleri bu, yooo, gayet de sıkıcı yani, bi kere soğuk, sonra türkiye'ye gel memeler meydan, haklılar tabi, hakaten ya ben de dönüşte çıplaklar kampındayım, açılıcam, türk açılımı yapıcam.

Bilmiyorum ya, bilmiyorum böyle bi garip yani içim, işte çay güzel, neyse ki çay var sallama falan da zaten ben biliyosun demlemeye üşenen bi insan oldum daima, aman aynı şey bence ya, ben demleme çaya karşıyım şu an tamam mı, ne hohoho, yaa sorma sen çok değişmişsin, aman nası değişmişsin anlatamam, iyi.

Ya bi de sanırsam dünyadaki en güzel şey insanın evi ya, dimi, böyle mahallen falan kendi bakkalın falan, bi de her naber diyene gut alles gut falan dememe lüksü falan, amaan ne biliyim ya falan diyebilmek, sıçış sıçış falan haha dimi, ya da ne biliyim ya proje ya of ya falan demek mesela günaydın yerine ahaha, evet ya okulu bile özledim, bilmem, belki, aman umrumda değil ya, e biliyorum tabi ki, iyi de aman ben pişman oldum vay vatanım canım vatanım diye mi gezicem yani, şu an yine saçmaladın, yoo yani işte aslında güzel de bişimiş onu fark ettim, sağol, hıhı o senin farkındalığın, bilmem sence?

Ya neyse yatalım bence, gururdan mı nedendir artık, e sen gel kendini alt edersen?

9 Şubat 2009 Pazartesi

If you don’t walk, might as well crawl

selam selam. neresi olduğunu artık kestiremediğim evimi ariyip dururkene gene döndüm istanbul'a. istanbul pek değişmemiş. sadece karmaşık olan şeyler biraz daha karmaşıklaşmış, oralar buralar delinmiş, birkaç yeni inşaat başlamış, birkaçı bitmiş. gene de herbir şeye rağmen bek in tavn, fiğlin gud.


yolda gelirken yanıma bir yaşlı amca oturdu. daha sonra 1930 yılında doğduğunu, eşi ile birlikte ticaretle uğraştığını, birçok çocuğu ve torunu olduğunu falan öğrendiğim bu şahıs daha otobüse ayağını atmış yanıma ilerleken beni hüzünlere doğru götürmüştü zaten. sanki yanıma oturcağını bilirmişim gibi aniden elimi kulaklığıma götürüp de kulaklarımı tıkamaya heveslenmiştim ki 27 numaranın "chatterbox" sahibi ürkek ceylan gözlerimden beni bir kaplan gibi yakaladı ve tam o saniye hınzırca bağlayıverdi. haydi 1 dedik 3 dedik 5 dedik ancak sonrası sürekli gelen 318 soru falan soran bu amca sonra da başladı kendini anlatmaya. aman efendim 45 yıldır istanbullu imiş de, o yıllarda istanbul hep yeşilmiş, binalar yokmuş, güngören denen yer mısır tarlasıymış, nişantaşı en güzel semt, sarıyere doğru hep ormanlar varmış falan da filan. tabi ki gudubet ruhum ilk önce alerjik bir tepkiyle birlikte ehi öhü evet pek tabi doğrudur şeklinde kaçamak cevaplar vermeye yöneldiyse de bir süre sonra bu yaşlı şahsı sevmeye onunla bir nebze olsun konuşmaya, bu yolculuğumda da müzik dinlememeye karar verdim. belki de konuşmak güzeldi, iletişim kurmak, paylaşmak hoş şeylerdi. bir sabahattin ali kahramanı olduğunu falan hayal ederek amcamlan konuşmaya devam ettim. daha doğrusu o devam etti ben de dinledim. ancak bir süre sonra ışıklar söndü ben de o arada biraz yamulmuşum. gözlerimi açtığımda bir mola yerine gelmiştik herkes iniş halindeydi. amca da inene kadar öylece bekledim. sonra ben de indim ve hemen tuvalete girdim. tabi ki uyandığım zamanlarda olduğu gibi öfkeli, hırçın ve çok ama çok soğuktum. kimseyi - özellikle de o amcayı - göresim yoktu. kendisinden resmen kaçtım. hatta gittim bir ayran aldım bi güzel diktim kafama ki otobüse binince hemen uyuyayım, her şey güzel olsun. ancak otobüse döndüğümde amca zibek gibi dikelmiş beni beklemekteydi. aman efendim çok merak etmiş de, muavine sölücekmiş tam nerede bu delikanlı diye de, görmemiş de beni dışarda da... falan filan. ben de ehi öhü pek tabi olabiler, bakın geldim falan dedim. hay demez olaydım. bu başladı gene konuşmaya. kendisi de yıllar önce bir arkadaşı ile otobüs olayına girmiş. muavinlik yapmış. ama çok az para getiriyomuş bu iş. falan da filan. o sırada benim baygın ve hüzünlü bakışlarımı gören muavin beni kurtarmak için yanımıza geldi ve amcayla konuşmaya başladı. ben de bir derin oh çektim o an içimden. ancak amca bu sefer de muavini bağlayınca muavin abi ehü öhü neyse amcacım ben bir su dağıtayım dedi kaçtı. kaldım mı gene amcaya ben? zıbır zıbır konuşmaya devam eden amca artık bir mide bulantısı efekti gibiydi. böyle yanar döner kristal efektli bir türk filmiydi sanki. arabadan 29 kere montajlanarak fırlayıp yere devrilen bir banu alkan'dı amca. muavin kek çay falan dağıtırken kahve istedi kendisi ben de çay istedim. anca 3ü1aradasını açamayan amca benden rica edince ve ben de bir güzel açıp suyuna boca edip bir de üstüne güzelcene bir karıştırınca olanlar oldu "oh yahu, sen de torunum gibi oldun, pek sevdim seni, artık sabaha kadar konuşa konuşa gideriz" deyiverdi. işte o an acıların kadını bergen olsun, ferdi tayfur olsun, küçük emrah olsun, hepsi birden böhüüü deyerekten ağlamaya başladılar sol beynimde. uçsuz bucaksız çöllerde kalmış gibi ağzım kurudu, tansiyonlarım düştü. benim yerimde hülya koçyiğit olsa çoktan hıçkıra-koşarak otobüsten fırlamış ve yol kenarına mantıksız bir şekilde bırakılmış bir yatağa kendini atarak zıplaya zıplaya ağlamaya başlamıştı. ancak ben naptım? bir sawyer gibi sessizce cam tarafına dönerek fak yu men dedim içimden. neyse ki allahbaba o an tüm kulları arasında gerçekten en çok beni sevdiğine karar verdi de otobüsün ışıkları pat diye söndü. ben de sönen ışıklarla beraber ışık hızıyla kafamı koltuğa devirdim ve uyuyormuşgibiyapmaya başladım. amca pek çok kereler beni dürttü, derin homurtular etti falan ama resmen hiç siklemedim kendisini. zaten sonra etraftaki kadınlardan birisi amcaya bir soru mu sordu ne, amca sabaha kadar o kadınların tümünü bir güzel heba etti. istanbul sınırlarına girdiğimizde hala mışıl mışıl uyuyan bedenim aniden sarsıldı. allah yarabbi diyerek bir hışımla gözlerimi açtığımda gördüm ki ataşehire gelmişiz, amca da inecekmiş, inmeden alasmaldık demek için beni bir güzel teperekten uyandırmış. o an deliler gibi sinirlenmiş olsam da gene de amcanın belki de sonsuza kadar yanımdan gidiyor oluşundan tarifsiz bir keyif duydum. gevrek gevrek gülerken amca son olarak "enşallah gene görüşürüz" deyince ben de gayri ihtiyari "amin amin" dedim. yani yetmiyomuş gibi bir double amin çektim bu duaya. allah da beni hayırlara sevketsin artık.


evet tombalak-dümbelekler, böyle acılarla dolu bir yolculuktan sonra ne istanbul trafiği ne havaların soğuğu, bir süre hiçbir şey beni rahatsız etmedi. ama şimdi okul da başladı ben çok çabuk eski halime dönerim diye düşünüyorum. gerçi beirut'un yeni albümü öyle bir güzel olmuş ki bir süre daha hazırdan yiyebilirim. gözlerimi kapayınca bahar gelmiş gibi geliyor, olsa o kadar yani.

27 Ocak 2009 Salı

my name is tristan

istanbugulama - H.T. / Link

selam selam. neresi olduğunu artık kestiremediğim evimi ariyip dururkene gene geldim izmir'e. izmir pek değişmemiş. sadece güzel olan şeylerin önü kapanmış, sevdiğim şeylerin üstünden altından yollar geçmiş falan filan. yollar yapmışlar, köprüler yapmışlar, geniş delikler açmışlar metrolar geçsin deyü. geyik yani. ama gene de istanbul'un kaprislerinden uzak kendi halinde umut vadeden yapsı ile bir kez daha hoşuma gitmedi değil. ama nolursa olsun - nölürse ölsün - insan şehirde yaşıycaksa şehirde yaşamalı. tamam istanbul da büyük karmaşık bir köy gibi ama izmir de aman pek güzel pek şahane bi şehir diil. belki onca yatırımı oralara değil buralara yapsalar bi işe yarar ama o da uzuuun bi süre boyunca olmuycak besbelli.


aman neyse banana şehirlerden falan, ilgim diil alakam diil. değil mi ki benim tek mutluluğum güzel bi ayakkabı güzel bi yemek güzel bi pasta güzel bi gömlek, değil mi ki benim tek mutluluğum baharlar yazlar aystiiler kolalar değil mi ki benim tüm enerjim akşam gezmeleri salıncaklar mısırcı amcalardan mısır almalar sahilde dolanmalar... o halde ne deyün gene girdim böyle bi konuya? hemen tüm her şeyi bir kalemde siliyorum unutuyorum.


petrik'in yeni albümünü, lost'un 3. bölümünü ve proje kurasını beklerken bir süreliğine izmir'deyim işte. geçen gün paris'teydim yeni geldim yorgunluğunda olan arkadaşlarım, ya of türkiye'ye geldim ve hemen sıkıldıım kaprisinde dolanan sevdiceklerim, yani olmazsa yazın da staj falan yaparım hiçolmadı hollanda'ya gidicem asaletindeki huysuzlarım, edepsizlerim, arsızlarım. sizi pek tabi seviyorum ancak ayağınızı şu ülkenin sınırları dışına attığınız anda size hem gıcık hem de uyuz oluyorum - ha şunu bileysunuz isterim. ben burda orda şurda falan pek nadiren değişik bir şey yaparken görürken yerken içerken siz orlarda fink atıp geziyonuz görüyonuz ya, ben de bundan kelli size adam demiyom bunu da biliniz çakma seyyahlarım. zaten avrupa yakası da yayını durdurdu artık napsam bilemiyorum.

haa bunların yanısıra Hakan Tekeli adlı kendinbilmez bir insan "Post-it® Not kullanarak kendi İstanbul tasarımını yarat!" konulu tasarım yarışmasına heykelsel bi açıdan katılıp sonra da 2. oldu. Burdan pek nadide laflarını yazmak ve bir nebze de olsun hep beraber sası sası gülümsemek amacıylan şunları da kop ve peyst ediyorum EY HALK : "Balık tabağının içinde İstanbul'u birleştirdim. İstanbul'un hareketli yapısını göz önüne alarak hareket eden bir şeye dönüştürdüm, altına lamba yapıştırdım. Bayram tatilinde ve yavaş yavaş hazırlandım, bir el öptüm, bir pul yapıştırdım."

şimdilik haberler böyle. eğer izmir'de sıkılıp da patlamazsam falan projesel kuralarım için yakında istanbul'a geri döneceğim. her güzel şeyin bir sonu varmış sayın seyirciler bu tatil de bitecek fazla umutlanmayın. o halde bir bilmece ile sonlandıralım bu girdimizi:

"istanbul'un hareketli yapısını göz önüne alan,
hareket eden bir ŞEY,
ayrıca altında da ampulleri var,
bilin bakalım NEY?"


1 Ocak 2009 Perşembe

hepimiz cücüğüz

şu an yenilenmiş ve taze olmak isterdim fekat hastalığın pençesine takılmış gariban bir arkadaşım ve içemediğim içkiler, atamadığım göbekler, zıplayamadığım anlar var aklımda. ayrıcana da soğuk, çok soğuk. mendebur bir yılbaşıydı belki ama olsun, tüm yıl boyunca zilyon zıpırlık ettik sonu da böyle olsun başı da böyle oluversin napalım. hem zaten yılbaşı yerine soğuğa laf etmek daha güzel. hayır yani, bir ekran koruyucu olarak güneşli havayı seçip pratikte göt donduran bir tutum sergilemek neyin nesidir. mikail sen napıyosun?


geçen gün fıstıklı tombi şeklinde otobüse doğru koşarken - kalın montum içimde de kapişonlu mavilim - dedim bu insan işi birşiy mi? niçün dedim kendime, niçin 22RE ye yetişirken tiril tişörtlerimle sanki sahilde darıcı görmüş gibi rahatça depar atamıyorum? niçin 25E ye doğru sürünürken sürekli bir balon gibiyim, gururlu ve göbekli amcalar gibi paytak adımlar atmak zorundayım? lahanalar gibi yaşamak yaşamak mıdır? lahanalar alınmayın.



madem kar yağmıycak neden serpiştiriyo? yani hiç davranmasın, otursun oturduğu yere. boş yere heycanlandırmasın insanı. buna edging derler, gösterip vermemek derler. sürekli bir soğuk durumlar, sürekli bir üşütmeler hasta etmeler. bunlar bize yakışan şeyler değil. hayır kime yakışır yumurta beyazı sümük, kime yakışır borozan gibi öksürmeler? kim 8 kat giyinip de ince belli kalmış, kim eldiven giyip de cüzdanında para çıkarabilmiş? bunlar bizi bozan, bize ters hareketler.
soğan gibi kat kat dökünmek ve bir cücük olarak kalmak istiyorum.



25 Aralık 2008 Perşembe

Kar yağsın istiyoruz

Kar yağsın istiyoruz artık. Gerekli merciilere bildiriniz.

1 Ekim 2007 Pazartesi

Bienal

10. Uluslararası İstanbul Bienal'i hala devam ediyodu biz de dedik ki gidelim bi görelim. Ne oluyo neler bitiyo neler yapmışlar. Optimist bişilermiş mevzuu ama beni çok açmadı. Bi iki düzgün bişi vardı gerisi de biraz kopuk, zorlama falandı. Kamasutra çalışması cidden çok kötüydü yaa.. Böyle bi 3d video çalışması vardı resmen yer kaybı olmuş.

Öğrenciysen bi form dolduruyosun. Ama mesela antrepoda girerken doldurdum sonra akm için gene doldurdum. ertesi gün foto çekmek için gidince antrepoda tekrar doldurdum. Resmen zaman kaybı yani. Ha ama öğrenci değilsen direk 10 liranı verip geçiyosun.. ne güzel..

Sonuç olarak ben işte rus bi grubun işini beğendim. Bilmiyorum bana çok optimist geldi falan heralde. Bol bol fotosunu çekip birleştirdik. Hani bi iş yapcaksan bari böyle büyük eğlenceli renkli bişi yap yani. Resmen evden çekik sopa bıçak falan getirip oraya yığsam on-location on-time bi enstelasyon falan yapardım yani, tadından yenmezdi. I fancy art !