bostanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bostanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2009 Çarşamba

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode II

Priviyısli on DEHO: mum yakıyorduk yanılmıyorsam.

Evet dümbük beyinliler, mum yakmanın dayanılmaz hafifliğinde çılgınca eğleniyorduk dediğim gibi. Bir yak bir söndür derken habire de eriyen muma parmak daldırıp yeni oluşturduğumuz mum formlarını parmaklarımızdan kaldırıp masaya diziyorduk. İşte böyle bir ana rastgeldi her şey. Haldır huldur telefon çaldı ki arayan annemdi. O zamanlar iş hayatının karanlık girdaplarında boğulmakta olan annem bir kontrol etme bir hal hatır sorma hevesiylen evi arayıp eğlencemizi bir süreliğine bölmeye karar vermişti. Şimdi telefonu ilk ben mi açtım yoksa daha sonra devraldığımda mı mum devrildi hatırlamıyorum ama o gerzek mum tak diye devrildi, boyu devrilesice. O an çok fena sıçmıştık ama belli etmemeye çalıştık. İyi anne ya tamam hadi kapat falan modundaydık ama sesimizde telaş yok gibiydi. Ne zaman ki o telefon kapandı, masa örtüsünü şöylene bir kıvırıp sıcak sıcak dumanlı dumanlı banyoya doğru havalara ataraktan götürdük. Masa örtüsünün yanmasıyla beraber bir gençlik de bizimle beraber yanmıştı adeta. Gerekli tüm dayaklarımızı yedikten sonra bir süre sakin ve sıkıcı hayatımıza geri döndük.


Geri dönüşümüz ise adeta bir sanat akımı tadındaydı. Çini mürekkebinin ne kadar da ilginç bişi olduğunu fark ettiğimiz o gün, evet işte o gün, yeniden gülmeye, yeniden nefes almaya başlamıştık. Ancak bazı şeyler yalnız tek günlüktür. O gün gudubet kaderimiz yine bize bir oyun oynadı ve mürekkep şişesini bir güzel yeni masa örtüsünün üzerine devirdik. Böyle dantel işlemeli, çiçekleri de hafif hafif renklendirilmiş yuvarlak masa örtüsünün tam göbeğinde bir kara delik belirdi de tüm yaşam ümidimizi içine doğru çekmeye başladı o an. Neyse o dönemler bu kadar salak değildim de aklıma dahiyane bir dikir geldi. Dahiyane dediysem en azından birkaç günlüğüne yaşamamızı sağlayacak kadar işlevli bi fikirdi bu. Masa örtüsünün şam şeytanı görünümüne adeta bir derya baykal edasıylan yaklaştık. Ablamın odasından yürüttüğümüz daksil (yahut tipex) ile ince işçilik çıkardık diyebilirim. Bittiğinde hakaten kar beyazı bir görünümü vardı. Bu bizi birkaç gün idare etti. Neden sonra bir akşam yemeğinde annem masa örtüsündeki çiçeklerden birkaçının renkli değil de beyaz olması hususunda derin düşünceler dalıverdi işte. Sonra artık kaskatı kesilmiş olan kısmı şöyle bir parmakladı da ondan sonra tansiyonları falan düştü. Hayat buzdolabında fazla bekleyip üstü böyle 2 parmak kalınlığında kabuk tutmuş bir puding gibiydi.

Ancak bu son masa örtümüz değildi tabi ki. Maket bıçağını ve kesici özelliğini keşfettiğimiz zamanlardı, hatırlıyorum. Sürekli kağıtları katlayıp kesip duruyorduk. Ucu köreldikçe bir tık attırıp yeniden ve yeniden kesiyorduk, hey gidi hey. İşte eğlencenin doruklarında olduğumuz bir an şerafsız masa örtüsünü kestiğimizi fark ettik. (Zaten o dönemden sonra bi daha masa örtüleri ile hiçbir ilişkiye girmedim ben). Neyse ki benim o parlak zekam o dönem hala iş görüyordu, iş görüyo dediysem yani işte, kısmen. Biz de masa örtüsünü ters çevirdik kesiği bir arada tutucak şekilde güzelce bantladık. Aslında baya baya güzel olmuştu, dikkatle bakmadığınız sürece kırk yıl geçse o örtünün aslında yırtık olduğunu falan fark edemezdiniz. Annem tabi fark etti. Belki de kendi kendini üzücek şeyler arıyodu sürekli, bilemiyorum. Ama bence o da etkilendi bu çılgın fikrimizden; çünkü çok kötü bişi hatirlamiyorum o olaydan sonra.

Sonra bir vakit geldi ailecek Ankara'ya gittik, şu an nedenlerini hatırlamıyorum. İşte o inanılmaz tatilde, hayatımda görüp görebilceğim en nadide şeyle karşılaştım. Bunu da bir sonraki bölümde anlatmak üzere şimdilik gidiyorum.

24 Şubat 2009 Salı

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode I

Çok inanılmaz bi rüya gördüm. Zaten o an da hiç inanmadım olup bitenlere. Resmen yalandı her şey. Ben de uyandım Nuran'cım.

Geçen gün aklıma ranzanın altına sürdüğüm sümükler geldi. Eskiden dünyadaki en büyük haz kaynağımız oraya buraya kimse görmeden sümük sürebilmekti. Ha bi de 5. katta oturduğumuz için aşağı düşene kadar içeri kaçabilmek mümkündü tükürünce falan. Tükürmek hususunda çok irezil bi dönem de geçirmiştik pek değerli kardeşimlen. Tam öndeki iki dişin arasından "Fısk" diyerekten ileri doğru fışkırtılan tükürüklerimiz herhalde Bostanlı sokaklarının bugün hala bu denli temiz kalmasının temel nedenidir. Bu fısk fısk maceramız daha sonra ilerleyerek bir hastalık halini almıştı zira. Hatta öyle bir dönem geldi ki artık tükürmeden yaşayamaz olmuştuk. Bardaklarımız falan vardı tükürüğümüz gelince bardağa tükürerek rahatlıyoduk falan. Aksi takdirde ağızda biriken o tükürük biriktikçe birikiyodu falan. Bi şekilde atılması, vücuttan kovulması gerekiyodu. Bi nevi "tik" halini alan bu korkunç rahatsızlığımızdan bir gün acı bir şekilde kurtulmak zorunda kaldık. Erkenden tükürüverdiğimiz bir an o mendebur balgamımsı birikinti şülöp diye yine pek nadide arkadaşımızın annesinin tam önüne düşüverdi. Bir de utanmıyo gibi şülöp sesini çöp çöp öp öp ppp şeklinde sıkıntılı bir yankı takip etti. Tüm İzmir sınırlarından duyulan bu korkunç ses dinelip yok olduğunda o yaştaki her gerzek çocuk gibi kafamızı pencereden çıkarıp aşağı doğru baktığımızı ve ardından da tayyibi tekmeleyen at gibi hızla geri kaçtığımızı hatırlıyorum. Kurbanımızın alev alev bakan gözlerindeki o ifadeyle karşılaştığımız an artık bunun son tükrüğümüz olduğunu anlamıştık. Hemen tuvalete koşup 38-58 kere falan ardarda doyasıya tükürüp bu mevzuyu o noktada sonlandırmaya karar verdik. Ancak hayat küçük emrah filmleri gibi şaşırtıcı hüzünler barındırıyordu. Apartmanın haydut kapıcısı Metin Abi akşam akşam yemeğin tam ortasında zili çalıp bizi anamıza babamıza şikayet etti, komuşların şikayeti var diye de ekledi, vay hayvan vay. Bundan sonraki eğitici ve öğretici kısımlar elbette ki her türk genci için hayırlı olacak bazı noktalar içeriyor olabilir ancak şimdi bunları burda anlatıp kimseyi rencide etmek istemiyorum.

Bu son derece renkli ve hülyalı dönemimizin sonu gelmiş olsa da kendimize yepyeni ufuklar açacak kadar yaratıcı bireylerdik. Biz de kibrit yakıp söndürmece oynamaya başladık. Tüm dünyada çocukların severek oynadığı bu oyunu biz hayvanca bir zevk alarak oynadık diyebilirim. Mutfak balkonunda bulunan ve benim o dönemler çok gizemli bir diyardan - pek ala mısır olabilir - geldiğini düşündüğüm ancak esasen Menemen'deki çömlekçilerden alınma bir testimiz var. Bakkaldan toptan fiyatına ucuza aldığımız 6000 e yakın kibrit kutusunu her gün 48-65 tane falan yakıp sonra da testinin içine atarak ardından da o karanlıkta sönen kibritten gelen mükemmel yanık kokusunu içimize çekip oyhş diyerek neredeyse çocukluğumuzun en güzel vakitlerini en güzel şekilde değerlendirdik. En güzelini pek tabi ki bize annemiz öğretmişti. Annemizden zeka babamızdan kudret almıştık, bizi kim durdurabilirdi?

Pek tabi ki bizden 8 milyon yıl önce yer yüzüne ayak basmış olan cengaver annemiz... Anamızın anlamsız bi şekilde temizlemeye karar verdiği mutfak balkonunda gereksiz ve amaçsız yere ters çevirdiği testinin içinden minik leblebi taneleri gibi "pitir pitir" dökülen kibrit kardeşler - hepsi bir soykırım öyküsü gibi dile gelmişti adeta - o an çıramızın yandığını gösteren bi ironiydi sanki.

Bir "oltaymfeyvrıt" hobimiz daha yasaklanmıştı. Biz de daha çocukça ve daha masum bir şeylerle ilgilenmeye karar verdik. Ekmek bıçakları... Benim paslanmaz çelikten sarı saplı bir ekmek bıçağım vardı, kardeşimin de karındeşen cek görse ağlar diyebilceğim kara saplı bi ekmek bıçağı. Ninjalar gibi giyindiğimizi hayal ederek Yahayt' Huhuyt! edalarıyla kimi zaman yavaş çekim kimi zaman cekiçen hızında artistik hareketlerle salladığımız bıçaklarımızla oynamaya başladık. Ancak çok mükemmel bir Karakaplumbağa'nın Dönüşü hareketini yaparken kendi bacağıma sapladığım sarı bıçak bize bir şeylerin doğru olmadığını tekrar hatırlattı. Okayiyamaşita diye bağırdıktan sonra hiçbişi olmamış gibi tuvalete girip bacağımı kontrol ettiğimde halen de bacağımda izi duran mariana çukurunu gördüm. Soğukkanlılık ve cesaretle tıpkı ilk kan filmindeki silvestır abi gibi kendi yaramı kendim sarmaya karar verdim. Uzun uzun düşündükten sonra da kendi bacağını ekmek bıçağıyla yaran her çocuk gibi ben de selobant ve makyaj temizleme pamuğu ile tedavimi gerçekleştirdim. Zaten o yaşta yaralarımız çabucak kapandığı için olayın büyümesi ve medyaya yayılması da önlenmiş oldu.

Bu heycan dolu günlere bir süre ara verdikten sonra bu sefer de babamın isviçre çakısı ile hayatımızın en mutlu dakikalarını yaşamaya karar vermiştik ki yeni gelişmeye başlayan egolarımızın kurbanı olduk ve "bana ver bakıcam, hayır ben bakıcam" derken kardeşimin elini paketi yeni açılmış a4 kağıtların parmak keserken çıkardığı o ince ses eşliğinde kestim. Neyse ki tıp konusunda daha önceden geniş bir bilgi birikimim vardı da makyaj pamuğu ve selobantla ilk yardım müdahalesini kotardık. Bundan sonra yüksek dozda küfür ve hırpalanmaya maruz kalan körpecik bedenlerimizin kendine gelmesi bir hayli zaman aldı. Ancak yine de gücümüzü çabuk topladık ve "mum yakıp eriyen muma parmağını değdirmece" oynayama başladık. Ancak tüm dünyada tümmm çocuklar tarafından çılgınca oynanan bu inanılmaz oyun sırasında beklenmeyen bişi oldu.

Tabi bu entry de çok uzun oldu, o halde buna daha sonraki bölümlerde devam ediyim.