oyun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
oyun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ocak 2010 Pazartesi

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode IV



Ben küçükkene, kasetler vardı. Hatta baya bir süre boyunca da kasetler hep oldu, sonra tam ne zaman bilmiyorum ama ben liseden üniversiteye doğru geçerken kasetler bir şekilde birdenbire yok oldu sanki. Belki hala satılıyordur ama alan var mı bilmiyorum. Ama işte bahsettiğim dönemde kaset bir nevi CD idi. Hem korsan olayları da pek yoktu, anca çekme kaset, karışık kaset falan vardı, ama o bile tadındaydı. Kaset alırdık. Ben kaset almak için para biriktirirdim mesela, hatırlıyorum.

Evde bizden evvel alınmış kasetler de vardı tabi ki. Orhan Gencebay kasetleri nüfus olarak önde geliyordu, annem pek severmiş. O yüzden Orhan Baba'nın kasetlerine pek dokanmazdık, onlara bir şey olursa annemin gazabından kaçmak çok zordu çünkü. Onun yerine Shirley Bassey, Muazzez Abacı, Adnan Şenses kasetleri ile eğlenirdik. O dönem tabi ki evimizde CD çaları olmayan bildiğin dandirik teyp vardı. Teyp çok mühim de bir şeydi, her evde mutlaka vardı. Neden bu kadar nostaljik gibi yazıyorum çünkü bizim evde artık bir teyp bile yok. Bildiğin yok. Kasetler gizli yerlerde istiflenmiş duruyor ama çalmak istesen bir teyp yok işte. Walkman'lerin hepsi ağır travmalar geçirerek eyvallah demiş. O açıdan kaset denen olay bir anda pek çok uzak bir rüya haline geldi. Her ne ise, dediğim gibi kasetler eğlenceli şeylerdi bizim için. Pek sıklıkla bir kaseti başka boş bir kasete çekerdik. Birini sola birini REC düğmesi olan diğer kısma yerleştirir sonra da solu sağa kaydederdik, çoğaltırdık, çekerdik - evet gençler kopi-peyst gibi bir şey. Bu arada bir de teybin hızlı çekme modunu açtık mıydı, işlem birkaç kat daha hızlı gerçekleştiğinden şarkılar hızlı hızlı çalardı, şarkıcılar minik sıçanlar gibi tiril tiril hızla söylerdi şarkıları. Aman pek de komik olurdu, he, gülerdik. Bir nevi Alvin and the Chipmunks tarzı eğlence anlayışı diyebiliriz. Pek çok kaseti bu şekilde eğlencemizin kurbanı olarak seçip telef ettik. O dönem babamın da Zeki Metin kasetleri vardı. Zeki Alasya - Metin Akpınar (ki bence Zeki Metin, Metin de Zeki olmalıydı, o isimler öbür türlü daha mantıklı) bu ikilinin tiyatrolarının ses kayıtlarını dinlerdik arada evde, yahut arabada. Her seferinde de gülerdik falan filan. Ah ne günler! İşte bir gün - o sıralar Tarkan'ın A-acayipsin albümü çıkmıştı - böyle kapkara bir kaset, üzerinde de beyaz harflerlen TARKAN A-Acayipsin yazıyordu - biz de boş vakitlerde Tarkan'ın bu albümünü çeşitli kasetlere çekip duruyorduk. Ancak bir gün fena bir şey oldu, babam zeki-metin'in Yasaklar adlı oyununu dinlemek istediğinde kaset her seferinde yuağ dı best, yuağ dı tap diyip durmaya başladı. Babam birkaç kez kasedi çıkarıp dikkatle üzerine baktı, emin olup yeniden taktı ancak kaset yollara gül döküyor, azaptaki şeytanlardan bahsediyor, unutmamalı diye bir de ekliyordu. O gün fena bir sopa yediğimizi ve "kasetten kasete çekiyorum oyh çok eğleniyorum" adlı oyunumuzun son bulduğunu hatırlıyorum. Hüzünlü bir hikayedir çocukluğum.

Hatırlıyorum, evdeki tek tük zamanımıza ait kasetlerden birisi de tabi ki Sezen Aksu'nun Sezen Aksü Söylüyor adlı albümüydü. Pembe bir kasetti üzerinde Sezen'in imzası vardı. Pek çok sene geçirdik o kasetle. Yandan çarklı Adavapuru nedir diye çok ama çok fazla düşünmüştüm, yıllar ve yıllar sonra Adalar'a giderken anladım Adavapuru neymiş, yanlarına da baktım ama çark göremedim, olsun. Lüküs kamara neydi peki, müslüman yahudi ve o hiç bilmediğim URUM niye o vapurdaydılar? Ada yeli neden estirirdeydi? (de bağlacının yanlış kullanımı için lütfen dilbilgisi kitaplarınıza bakınız) Bir de mesela pek sevdiğim komik mi komik böyle içimi gıcıklayan bir şarkı vardı, beni kategorize etme diye. Aman ne çok severdim, neredeyse motto yapmışım hayatımda sonra bunu, yeni fark ettim. Demoranize etme beni deporotize etme herişten kaçağn olduğm beni iregarize etme diye bilirdim, evet pek de bir şey anlamazdım. Ama Sezen zor anlaşılırdı, bir Lacan'dı Sezen o dönem bizim için. Pek çok evde vardı bu albüm, herkes en az bir parçasını bilir. Nice çocuklar vardır çocukluğun en güzel yıllarında "Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde, gidiyorum kokun hala üzerimde" diye dolanmıştır evde yok yere. Beni en çok dumura uğratan şarkı ise İstanbul Hatırası idi. O şarkıdan açıkçası hiçbir şey anlamadım yıllar boyu. Hatta daha geçen yıllarda anladım ben o şarkıyı desem yalan olmaz. "Bir eski resim duvarda, belki Beti belki Pola, Markiz'de oturmuş sakin seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla" bence birçok lise öğrencisi için bile hayli "nansens" bir anlatım. Ayrıca güz diye bir gün yok, sepya da mevsim değil. O dönem hayli realist bir anlayışa sahip minik beyinlerimiz için bu ilk kez Dali görmek kadar ürkütücü bir deneyimdi bence. Her ne halt ise işte, gene de o albümle pek güzel günler geçirdik hepimiz, anlamasak da yarım yamalak bilsek de dediklerini, mühim olan müzikti, şarkı sözlerinde emo emo gezmezdik, "yürüyakulum" bir cesaretle uydurur uydurur söylerdik her şeyi. O dönem bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz şarkı sözü yoktu o yüzden. Ne sorsalar bilirdik.

Tabi ki Sezen Aksu bir devrin değil birçok devrin kadını olduğundan onun o dönemden de önce pek mühim eserleri vardı. Karşı apartımanda oturan Sezin Abla'da Sezen Aksu'nun tüm albümleri vardı mesela. Ne korkutucu bir şey, tüm albümlerine sahip olmak bir şarkıcının, hayal bile edemezdim her albümü yahu, hepsi mi, tümü mü? Pek garip gelirdi. Bir gün ablam arkadaşından Sezen Aksu'nun 78 yılına ait Serçe albümünü getirmişti. O aralar annemler evde Bülent Ersoy'dan Ablan Kurban Olsun Sana falan çaldıkları için Serçe albümü bir nevi yeni bir soluktu bizim için. İşte o albümde bir parça vardı ki beni küçükken çok etkilemişti. O şarkıyı geri sarar sarar dinlerdim. Sezen Aksu Şinanay diye şarkılar söylese de aslında çok eskiden, çok hüzünler yaşamış, çok acılar çekmiş bir kadınmış da bu şarkıyı o zaman söylemiş, ama kimseler hatırlamıyormuş, ben de gizli bir günlük gibi bulmuşum onu da okumuşum gibi, ah sezen vah sezen, ben sana kıyamam diye üzülürdüm. Onun derdini kendi derdim ilan etmiştim. "N'olur sormasınlar bana, nolur söyletmesinler derdimi, saklarım ben onu kendime, yerim kendi kendimi". Kaç yıl geçti aradan, cümlesi bir kalıp olarak beynime işlenmişti zaten. Bir de merak ederdim, kaç yıl geçti acaba diye, ancak bu benim saf bir çocuk olmamdan ileri geliyor olsa gerek.

Sonra işte Levent Yüksel çıktı piyasaya, Sertab Erener geldi, Yonca Evcimik falan. Kasetlerimiz çoğaldı. Böyle öyle çok oldu ki yanyana dizip sayar dururdum ben. Ne günler. Bunlar yanında tabi ki bir temel taşı niteliğindeki Coşkun Sabah - Anılar albümü de evde sık sık çalınırdı. Adnan Şenses ise annanem geldiğinde dinlenirdi. İlginçtir ki o dönem 3 nesil aynı şarkıları dinler mutlu olurduk. Şimdi benim dinlediğim annem için gürültü, annemin dinlediği benim için ofsayt olabiliyor. Bu açıdan da kasetlerin mühim olduğu o dönem nostaljik sayılabilir işte.

Buradan da nereye geliyoruz tabi ki radyoculuk dönemlerimize. Artık biraz daha büyümüşüz, kasetten kasete çekim yapmak haz vermiyor, verse de götümüz yemiyor, ancak kayıt, müzik, ses, şov, bunlar hepten bizi heyecanlandırıyor. Babam bize sesimizi kasete çekmeyi öğrettiği gün aslında bir çocukluğu kurtarmıştı da farkında değildi. O günden kelli gündüzleri araba, meşe, taso, saklambaç oynarken geceleri tüm dünyanın yıldızı radyo dj'leri oluyorduk. Bir nevi iki yaşamı olan çizgiroman kahramanları gibi yoğundu hayatımız. Her programı çok ilginç konularla açıyorduk, telefon görüşmeleri, aralara alınan günün en çok istek alan parçaları, her şarkı ile ilgili ilginç yorumlar, her konuk için farklı seslendirme teknikleri, neler neler. Radyoculuk ileride yapmak istediğimiz tek şeydi. Çocuklar yok yere doktor, avukat ve mimar olmak isterken biz radyocu olup "paranınamınakoymak" istiyorduk, diyebilirim. Zaten daha sonra Beyaz radyo şovunu dinlemeye başlamıştık, sonra Ayça Şen Başkan gelmişti hayatımıza. Her gün deli gibi dinler geberip altımıza sıçana kadar gülerdik. Radyo, kaset, müzik, şov - bu renkli dünya - bize yaşama hevesi veriyordu, diyebilirim. Yani anlayacağınız ben ne istersem diyebilirim. Bu benim blog'um, ayağınızı yorganınıza göre uzatın.

Bundan sonra zaten telefon denen mucizeyi keşfettik, telefon şakalarıyla pek çok zaman heba ettik. Ancak bu da bir başka hikayedir. Hayli dırdır ettim. Kaçıyorum, sizleri gıdıkaltınızdan öpüyorum.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode III

Kış uykumdan uyanmaya karar verdiğim şu nadide akşamda her şeyin yeniden düzenine girmesi hem beni hem de tüm sevenlerimi çok mutlu etti, biliyorum. Dönemsel gazımdan da kurtulursam nerdeyse her şey şahane olacak, pek tabi pınar'ın yoğun eğitim dönemini bitirip istanbul'a dönmesi şartı ile. Ona da çok üzülüyorum, avrupa'daki eğitim anlayışının bu kadar sert olması beni şimdiden erasmus'um hakkında endişelere gark etti. hatta şu an geğirdim diyebilirim.

Neyse efendim nerdeydik, evet ankara'ya gittiğimiz sene idi, hatırlıyorum. Pek sevgili kuzenimle de ilk defa o zaman konuşmuştuk ve ben kendisinin çok salak olduğunu düşünmüştüm. Sonuçta ben olgun ve aklı başında bi insan olmuşumdur tüm hayatım boyunca, o da o senelerde benden bi kaç yaş küçüktü ve elinde back street boys fotoğrafı falan vardı yanılmıyorsam. Neyse ama sonra kendisini tanıdım sevdim hatta baya da iyi anlaştık. Ama onun öncesinde tabi ki kıllaştık, birbirimizi göt etmeye falan çalıştık, vesaire. İşte bu son derece anlamlı tartışma seanslarımızda, diğer kuzenlerimin evindeydik, pek muhteşem bir oyuncak vardı. Oyuncak dediysem aslında boya kalemi, ama yani bir boya kalemi seti bu kadar mı güzel olur. Böyle envai çeşit renk, her rengin kapağı içinde bulunan renkten farklı, ama altlarında bir kapak daha var orda da rengin kendisini görebiliyosun türünden bir şey. Bunları alıyorsun böyle boyuyorsun sonra başka bir kalem var onun kapağı beyaz, boyadığın renklerin üstüne sürünce anam bir bakıyorsun o renkler değişiyor. diyelim kırmızı bir elma yaptın sonra bu kalemlen üstünden geçince yeşil oluyor şeklinde bir teknolojya.

Ancak bu deli manyak durumdan daha da ilginci bir başka kalem vardı ki o akıllara zarar bişidi benim için. Bu kalemlen de boyadığın şeyin üstünden geçince, anam o da nesi, boyadığın şey yok böyle silinip gidiyodu. Biz bu kalemlerlen ben diyim 9 siz diyin 2 saat falan oynadık. O zamanlar da bir tv kanalı vardı shopping tv şeklinde ama bugünkü shopping tv gibi değildi. her şey inanılmazdı. Öyle cep telfonu falan da satmıyolardı böyle gül şeklinde havuç kesme makinesi, dantelli kabak soyma makinesi gibi bir çocuğun hayran kalabilceği ne varsa onları izleyebiliyodunuz, bilenler bilir. 0800 ile başlıyan da bir numarası vardı hiç unutmam. Neyse işte, biz de o zamanki kültürel yapı, ekonomik düzen ve sosyal statümüzün etkisi ile nasıl bugünkü çocuklar mc donalds'çılık oynuyorsa, shopping tv'cilik oynamaya karar verdik. Kalemlerimizi aldık, geçtik odaya. Artık her yerimizi çizip boyuyoruz. İşte birisi telefon bağlantısı yapıyor, birisi pazarlamacı falan. Bakın kan lekesi, bakın sürüyorum, aaa gitti, ay evet resmen silindi, hayret dolu gözler, bağırmalar, inanamamalar, bütün çılgın efektler falan. Öyle de farklı çocuklardık yani.

Sonra tabi başladık duvarları boyamaya. Sonuçta her şeyi silen bi kalemimiz var. İşte duvara gizli gizli şifreler yazıyoruz, ne bileyim, önemli notlar alıyoruz, sonra da ünlü uzay fizikçisi edasıyla bilgiler çalınmasın diye her şeyi siliyoruz falan. Bu şekilde eğlenirken niçin bunu daha değişik şekillerde kullanmayalım dedik ve hiçbir cevap bulamadık. İşte o an, pek canım kuzenim elifceren'in yüzüne bıyık çizmeye başladık. Sonra da siliyoruz kalemimizle. Favori yapıyoruz, hooop neyse ki burda sihirli kalemimiz var her şeyi siliyor. Yap, sil, yap sil, bir eğlenmişiz ki sormayın. Artık eğlenmekten böyle ölcek seviyeye gelmişiz, uykumuz da tavan yapmış, haydi yatalım, bu çılgın gece bitmez arkadaşlar falan dedik. Ceren de girmiş dişini fırçalamaya. Dişini fırçalamış sonra ağzını çalkalamış. Anam bir geldi ki barış manço. Çizdiğimiz tüm bıyıklar favoriler ortaya çıkmış. Ağzını çalkalarken işte o herşeyi silen boyanın etkisi su ile kaybolmuş, hepsi akıp gitmiş, geriye kalmış sakal bıyık favori.

Kız ağlamaya başla, biz delir, napcağmızı şaşır, lan o zaman duvardakiler de mi geri gelcek diye düşün, sonra bi güzel duvarları sil, bütün her şey ortaya çık, neden sildik ki lan şimdi bunu kalsaydı bari diye düşün, kendimize kız, ceren de ortalıkta murat kekilli gibi dolaş, enem enem diye inle... Sonra tabi halam geldi annem geldi artık bütün evdeki ebeveynler geldi başımıza. Sonra bi de bizle dalga geçtiler falan. Elif de öyle sakallı bıyıklı ağlıyo allahım güler misin ağlar mısın? Neyse işte sonra her şey bi şekilde silindi düzeltildi, o gunden sonraki hayatı hakkında çok derin endişelere düşen cerenin de bütün epilasyonu yapıldı, rahatladı. Biz de yataklara gittik, bir zıbarmışız artık, oh ki ne oh.

Bu da böyle bir episode idi işte, bundan sonraki episode ne zaman olur bilemem ama aklıma gelince bu sefer üşenmiycem, hemen yazıcam. siyusuğn

4 Mart 2009 Çarşamba

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode II

Priviyısli on DEHO: mum yakıyorduk yanılmıyorsam.

Evet dümbük beyinliler, mum yakmanın dayanılmaz hafifliğinde çılgınca eğleniyorduk dediğim gibi. Bir yak bir söndür derken habire de eriyen muma parmak daldırıp yeni oluşturduğumuz mum formlarını parmaklarımızdan kaldırıp masaya diziyorduk. İşte böyle bir ana rastgeldi her şey. Haldır huldur telefon çaldı ki arayan annemdi. O zamanlar iş hayatının karanlık girdaplarında boğulmakta olan annem bir kontrol etme bir hal hatır sorma hevesiylen evi arayıp eğlencemizi bir süreliğine bölmeye karar vermişti. Şimdi telefonu ilk ben mi açtım yoksa daha sonra devraldığımda mı mum devrildi hatırlamıyorum ama o gerzek mum tak diye devrildi, boyu devrilesice. O an çok fena sıçmıştık ama belli etmemeye çalıştık. İyi anne ya tamam hadi kapat falan modundaydık ama sesimizde telaş yok gibiydi. Ne zaman ki o telefon kapandı, masa örtüsünü şöylene bir kıvırıp sıcak sıcak dumanlı dumanlı banyoya doğru havalara ataraktan götürdük. Masa örtüsünün yanmasıyla beraber bir gençlik de bizimle beraber yanmıştı adeta. Gerekli tüm dayaklarımızı yedikten sonra bir süre sakin ve sıkıcı hayatımıza geri döndük.


Geri dönüşümüz ise adeta bir sanat akımı tadındaydı. Çini mürekkebinin ne kadar da ilginç bişi olduğunu fark ettiğimiz o gün, evet işte o gün, yeniden gülmeye, yeniden nefes almaya başlamıştık. Ancak bazı şeyler yalnız tek günlüktür. O gün gudubet kaderimiz yine bize bir oyun oynadı ve mürekkep şişesini bir güzel yeni masa örtüsünün üzerine devirdik. Böyle dantel işlemeli, çiçekleri de hafif hafif renklendirilmiş yuvarlak masa örtüsünün tam göbeğinde bir kara delik belirdi de tüm yaşam ümidimizi içine doğru çekmeye başladı o an. Neyse o dönemler bu kadar salak değildim de aklıma dahiyane bir dikir geldi. Dahiyane dediysem en azından birkaç günlüğüne yaşamamızı sağlayacak kadar işlevli bi fikirdi bu. Masa örtüsünün şam şeytanı görünümüne adeta bir derya baykal edasıylan yaklaştık. Ablamın odasından yürüttüğümüz daksil (yahut tipex) ile ince işçilik çıkardık diyebilirim. Bittiğinde hakaten kar beyazı bir görünümü vardı. Bu bizi birkaç gün idare etti. Neden sonra bir akşam yemeğinde annem masa örtüsündeki çiçeklerden birkaçının renkli değil de beyaz olması hususunda derin düşünceler dalıverdi işte. Sonra artık kaskatı kesilmiş olan kısmı şöyle bir parmakladı da ondan sonra tansiyonları falan düştü. Hayat buzdolabında fazla bekleyip üstü böyle 2 parmak kalınlığında kabuk tutmuş bir puding gibiydi.

Ancak bu son masa örtümüz değildi tabi ki. Maket bıçağını ve kesici özelliğini keşfettiğimiz zamanlardı, hatırlıyorum. Sürekli kağıtları katlayıp kesip duruyorduk. Ucu köreldikçe bir tık attırıp yeniden ve yeniden kesiyorduk, hey gidi hey. İşte eğlencenin doruklarında olduğumuz bir an şerafsız masa örtüsünü kestiğimizi fark ettik. (Zaten o dönemden sonra bi daha masa örtüleri ile hiçbir ilişkiye girmedim ben). Neyse ki benim o parlak zekam o dönem hala iş görüyordu, iş görüyo dediysem yani işte, kısmen. Biz de masa örtüsünü ters çevirdik kesiği bir arada tutucak şekilde güzelce bantladık. Aslında baya baya güzel olmuştu, dikkatle bakmadığınız sürece kırk yıl geçse o örtünün aslında yırtık olduğunu falan fark edemezdiniz. Annem tabi fark etti. Belki de kendi kendini üzücek şeyler arıyodu sürekli, bilemiyorum. Ama bence o da etkilendi bu çılgın fikrimizden; çünkü çok kötü bişi hatirlamiyorum o olaydan sonra.

Sonra bir vakit geldi ailecek Ankara'ya gittik, şu an nedenlerini hatırlamıyorum. İşte o inanılmaz tatilde, hayatımda görüp görebilceğim en nadide şeyle karşılaştım. Bunu da bir sonraki bölümde anlatmak üzere şimdilik gidiyorum.

24 Şubat 2009 Salı

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode I

Çok inanılmaz bi rüya gördüm. Zaten o an da hiç inanmadım olup bitenlere. Resmen yalandı her şey. Ben de uyandım Nuran'cım.

Geçen gün aklıma ranzanın altına sürdüğüm sümükler geldi. Eskiden dünyadaki en büyük haz kaynağımız oraya buraya kimse görmeden sümük sürebilmekti. Ha bi de 5. katta oturduğumuz için aşağı düşene kadar içeri kaçabilmek mümkündü tükürünce falan. Tükürmek hususunda çok irezil bi dönem de geçirmiştik pek değerli kardeşimlen. Tam öndeki iki dişin arasından "Fısk" diyerekten ileri doğru fışkırtılan tükürüklerimiz herhalde Bostanlı sokaklarının bugün hala bu denli temiz kalmasının temel nedenidir. Bu fısk fısk maceramız daha sonra ilerleyerek bir hastalık halini almıştı zira. Hatta öyle bir dönem geldi ki artık tükürmeden yaşayamaz olmuştuk. Bardaklarımız falan vardı tükürüğümüz gelince bardağa tükürerek rahatlıyoduk falan. Aksi takdirde ağızda biriken o tükürük biriktikçe birikiyodu falan. Bi şekilde atılması, vücuttan kovulması gerekiyodu. Bi nevi "tik" halini alan bu korkunç rahatsızlığımızdan bir gün acı bir şekilde kurtulmak zorunda kaldık. Erkenden tükürüverdiğimiz bir an o mendebur balgamımsı birikinti şülöp diye yine pek nadide arkadaşımızın annesinin tam önüne düşüverdi. Bir de utanmıyo gibi şülöp sesini çöp çöp öp öp ppp şeklinde sıkıntılı bir yankı takip etti. Tüm İzmir sınırlarından duyulan bu korkunç ses dinelip yok olduğunda o yaştaki her gerzek çocuk gibi kafamızı pencereden çıkarıp aşağı doğru baktığımızı ve ardından da tayyibi tekmeleyen at gibi hızla geri kaçtığımızı hatırlıyorum. Kurbanımızın alev alev bakan gözlerindeki o ifadeyle karşılaştığımız an artık bunun son tükrüğümüz olduğunu anlamıştık. Hemen tuvalete koşup 38-58 kere falan ardarda doyasıya tükürüp bu mevzuyu o noktada sonlandırmaya karar verdik. Ancak hayat küçük emrah filmleri gibi şaşırtıcı hüzünler barındırıyordu. Apartmanın haydut kapıcısı Metin Abi akşam akşam yemeğin tam ortasında zili çalıp bizi anamıza babamıza şikayet etti, komuşların şikayeti var diye de ekledi, vay hayvan vay. Bundan sonraki eğitici ve öğretici kısımlar elbette ki her türk genci için hayırlı olacak bazı noktalar içeriyor olabilir ancak şimdi bunları burda anlatıp kimseyi rencide etmek istemiyorum.

Bu son derece renkli ve hülyalı dönemimizin sonu gelmiş olsa da kendimize yepyeni ufuklar açacak kadar yaratıcı bireylerdik. Biz de kibrit yakıp söndürmece oynamaya başladık. Tüm dünyada çocukların severek oynadığı bu oyunu biz hayvanca bir zevk alarak oynadık diyebilirim. Mutfak balkonunda bulunan ve benim o dönemler çok gizemli bir diyardan - pek ala mısır olabilir - geldiğini düşündüğüm ancak esasen Menemen'deki çömlekçilerden alınma bir testimiz var. Bakkaldan toptan fiyatına ucuza aldığımız 6000 e yakın kibrit kutusunu her gün 48-65 tane falan yakıp sonra da testinin içine atarak ardından da o karanlıkta sönen kibritten gelen mükemmel yanık kokusunu içimize çekip oyhş diyerek neredeyse çocukluğumuzun en güzel vakitlerini en güzel şekilde değerlendirdik. En güzelini pek tabi ki bize annemiz öğretmişti. Annemizden zeka babamızdan kudret almıştık, bizi kim durdurabilirdi?

Pek tabi ki bizden 8 milyon yıl önce yer yüzüne ayak basmış olan cengaver annemiz... Anamızın anlamsız bi şekilde temizlemeye karar verdiği mutfak balkonunda gereksiz ve amaçsız yere ters çevirdiği testinin içinden minik leblebi taneleri gibi "pitir pitir" dökülen kibrit kardeşler - hepsi bir soykırım öyküsü gibi dile gelmişti adeta - o an çıramızın yandığını gösteren bi ironiydi sanki.

Bir "oltaymfeyvrıt" hobimiz daha yasaklanmıştı. Biz de daha çocukça ve daha masum bir şeylerle ilgilenmeye karar verdik. Ekmek bıçakları... Benim paslanmaz çelikten sarı saplı bir ekmek bıçağım vardı, kardeşimin de karındeşen cek görse ağlar diyebilceğim kara saplı bi ekmek bıçağı. Ninjalar gibi giyindiğimizi hayal ederek Yahayt' Huhuyt! edalarıyla kimi zaman yavaş çekim kimi zaman cekiçen hızında artistik hareketlerle salladığımız bıçaklarımızla oynamaya başladık. Ancak çok mükemmel bir Karakaplumbağa'nın Dönüşü hareketini yaparken kendi bacağıma sapladığım sarı bıçak bize bir şeylerin doğru olmadığını tekrar hatırlattı. Okayiyamaşita diye bağırdıktan sonra hiçbişi olmamış gibi tuvalete girip bacağımı kontrol ettiğimde halen de bacağımda izi duran mariana çukurunu gördüm. Soğukkanlılık ve cesaretle tıpkı ilk kan filmindeki silvestır abi gibi kendi yaramı kendim sarmaya karar verdim. Uzun uzun düşündükten sonra da kendi bacağını ekmek bıçağıyla yaran her çocuk gibi ben de selobant ve makyaj temizleme pamuğu ile tedavimi gerçekleştirdim. Zaten o yaşta yaralarımız çabucak kapandığı için olayın büyümesi ve medyaya yayılması da önlenmiş oldu.

Bu heycan dolu günlere bir süre ara verdikten sonra bu sefer de babamın isviçre çakısı ile hayatımızın en mutlu dakikalarını yaşamaya karar vermiştik ki yeni gelişmeye başlayan egolarımızın kurbanı olduk ve "bana ver bakıcam, hayır ben bakıcam" derken kardeşimin elini paketi yeni açılmış a4 kağıtların parmak keserken çıkardığı o ince ses eşliğinde kestim. Neyse ki tıp konusunda daha önceden geniş bir bilgi birikimim vardı da makyaj pamuğu ve selobantla ilk yardım müdahalesini kotardık. Bundan sonra yüksek dozda küfür ve hırpalanmaya maruz kalan körpecik bedenlerimizin kendine gelmesi bir hayli zaman aldı. Ancak yine de gücümüzü çabuk topladık ve "mum yakıp eriyen muma parmağını değdirmece" oynayama başladık. Ancak tüm dünyada tümmm çocuklar tarafından çılgınca oynanan bu inanılmaz oyun sırasında beklenmeyen bişi oldu.

Tabi bu entry de çok uzun oldu, o halde buna daha sonraki bölümlerde devam ediyim.