Kar yağsın istiyoruz artık. Gerekli merciilere bildiriniz.
25 Aralık 2008 Perşembe
23 Aralık 2008 Salı
portakal, orda kal.
bugünü not düşmek lazım, az önce portakal yedim. gayet kalktım, gittim içeri mutfağa daldım, daha evvelden almış olduğum 2 adet portakaldan birisini - ki diğerini daha önce yemiştim bu hafta içinde - bi güzel soydum yedim. çok korkuyorum. yakında cidden limon sıkıp roka yemekten, brokoli salatası falan yapmaktan korkuyorum. o yüzden bu hafta yalnızca kuru ekmek, makarna, hamurişi bişiler yemeliyim. bünyem buna alışık değil; aynı hafta içinde iki adet portakal ne demek yarebbi?
17 Aralık 2008 Çarşamba
korsesiz de yaşayabilmek mümkün; ama ne gereği var
14 Aralık 2008 Pazar
Kutumdan büyük çıksın istiyorum!
Bir mükemmel yaz gelsin artık. bir yaz gecesi rüyası olsun her şey falan. saçlarımız jöleli gibi ıslak, burnumuz yanık, tişörtler tiril, terlikler şilop, kumlar olsun. akşam ılık olsun kumlar, burdan uzak bir yere yaz gelsin, biz de gidelim. Öyle boşa ki her şey böyle baktıça gülüyorum. Şu geçen seneler içinde yaptıklarımıza bakıyorum, hakaten yapmasak da olurdu be. Hiçbişeye katkımız yok. Evet arkadaşım, arkadaki, ben mi diyen, seni de kastediyorum. Hiç gocunma.
12 Aralık 2008 Cuma
baryam baryam
saçlarımla uğraşırken aklıma geldi, ananem ne zaman ölmüştü? bütün hayatım boyunca en çok korktuğum şeydi ananemi kaybetmek. aslında birisini kaybetmek galiba. ya bugündüyse oldum şimdi, belki de bugündü geçen sene? 2 sene olmuş olamaz heralde. gerçi 11 eylül saldırıları olalı 7 sene olmuş, 17 ağustos depremi olalı 9 sene geçti. zaman falan hakaten hızlı geçen bişi. ama bunu bu şekilde unutuvermem de garip. halbuki böyle olmaz diye düşünmüştüm. belki de daha kabullenmedim. öyle pizkalajik bişi diil bahsettiğim. sadece ben görmedim, orda değildim, mezarına gitmedim. mezar ne kötü bişi, birden bire bi taşın üstünde çok sevdiğin birinin adını okumak. o zaman daha inandırıcı sanırım. ben onu yapamadım. yapmak da istemiyorum. halbuki mezarlıklar güzeldir, sessiz sakin, yeşil, hep yağmurlu gibi. ne biliyim işte gidip bi taşın kıyısında durmak çok korkutucu eğer o taşın altında sizden bişi varsa. bazen düşününce ananem yaşıyo gibi. ama son zamanlarında ya da son yıllarında yaşadığı gibi değil. ananemin evine gittiğimde en son, evi satmadan önce bi kaç bi yeri yapılıyodu. merdivenler ne kadar küçükmüş. halbuki bana dev gibi gelirlerdi. kapı falan da küçükmüş, mutfak minicikmiş meğer. koridor kısaymış, tuvalet de ufakmış. her şey küçücükmüş aslında ya. pencereler falan, balkon... karşıda oturan ayten teyze'yi gördüm, o da beni gördü. ben onu tanıdım ama o beni tanıdı mı bilmiyorum. sadece bi garip baktı.
ananem ellerini çırpardı biz gelince. kapılara kadar çıkar merdivenden aşağı başını sallardı, türlü değişik ses çıkarırdı. yavru köpekler gibiydi bizi görünce sanki. böle sıkı sıkı sarılırdı ohohohoho derdi sıkar göğsüne basardı başımızı. bilezikleri şıkışıkı sesler çıkarırdı falan. domatesli pilav, ıspanaklı börek, karnbaar falan yapardı. anane yemeği işte, annenin yemeğinden sonra en yenilebilir şeydi o zamanlar için. sonra para verirdi, pastaneden frigo alalım deyü. ona da alırdık, eyçbibi'de hayvanlar dünyasını izlerdik falan. ananemde kahvaltı yapmayı sevmezdim bi tek. çünkü sadece peynir zeytin domates gibi bi çocuğun hiç ilgisini çekmeyen zerzevatlar vardı kahvaltıda. sarelle yoktu yani, napiyim öyle kahvaltıyı. ama şimdi olsa oh ne güzel, kahvaltı ondan başka nedir ki? piçmişim de aydım sonra.
böyle büyük bi olay bi süre sonra bana önemsiz bi hatıra gibi geldi ya ona kıl oldum biraz. belki de hatıra olarak kaydetmemişim. ablamla yemek yemeye çıkmıştık öğrendikten sonra. böyle içime bişi kaçmış gibiydi böyle boğazıma sıkışmış gibiydi. sonra mönüde kaşarlı köfteyi görünce ağlamaya başlamıştım ananem kaşarlı köfteyi çok severdi diye. gene de sanki ölmemiş gibi gelmişti sonrasında. hiç değişmemiş o his. ölmemiş olması daha anlaşılır sanırım. son yıllarında o kadar uzaktık ki sanki onun yokluğuna bünyemiz alışmış gibi. böyle devam etmesi münasip gelir diye düşünüyo belki barsaklarım, bilmiyorum. sadece o büyük kadın da o merdivenler gibi küçük bişi miydi diye düşündüm.
keşke sabah olsa uyansak bayram da bitmemiş olsa, güzel güzel giyinip ananeme gitsek. daha kordon boyu yenilenmemiş olsa. arabayla giderken denizin suları yola vursa falan. ananeme gelince o havalara zıplasa biz de yarı utangaç yarı neşeli "ehehe anaağğneee" desek o da "hohoho ananenin canısıı ananenin kuzusuu" dese, öpse bizi. sonra domatesli pilav yesek falan. bi de anane kalburabasması.
7 Aralık 2008 Pazar
herkese bir fitil alasım var
5 Aralık 2008 Cuma
Relentlessly Craving
Björk - Wanderlust
Yükleyen royalobar
/ I adore, how you, simply, surrender, to high /
mesela bundan önceki hayatımız diye bişi olsaydı veya bundan sonraki - ki ben inanmıyorum buna ama insan bazen böyle bi fantezi dünyasına dalmak istiyor - evet işte böyle bi önceki heyatım olsaydı benim nolduğumu biliyorum. yani neydim nasıldım başıma neler geldi nerde öldüm.
pek tabi ben o.d. yüzünden ölmüşümdür. buna olan inancım baya kuvvatlı. böyle pencerelerden sabah ışığı girerken etrafta falan çiş kokusu olan bi evde gözlerimi kapamışımdır. ondan bi evvelki gece deri montuma falan birisi kusmuştur. büyük ihtimalle boyum uzun ancak cılızımdır. kötü işlerle uğraşan itin tekiyimdir. zaten sonumun o olcağı da bir erler film sonu kadar "prediktıbıl"dır.
bundan sonraki hayatımda da çok zengin olucam onu biliyorum. bu hayatımda allah bana yalnızca ihtişam, gösteriş ve karizma vermiş. bundan sonra da para vercektir heralda, yani öyle olmalı. bu hayatımda sahip olduğum sınırsız bilgi ve yetenek elbet benden alınacak ve yerine yeşil yeşil dolarlar verilecektir. mesela bu über-kaslı bedenim yerine belki bir göbek gelir ama pek tabi hawai'de bi yazlığım olur. inanılmaz - ama inanılmazzz - herşeyikavrayabilme yeteneğim belki olmayacaktır ama olsun onun yerine herşeyialıverebilme şansım olucaktır. eminim ki evren bana böyle bir kıyak da geçecektir. sonuçta bi yaşamında gencecik körpecik uyuşturucudan ölmüş sonrasında da bir gün yüzü görmemiş şu talihsize bi güzellik yapmayacak kadar paçoz olamaz. (evrenin paçoz olabilirliği)
ancak şimdilik şu hayatımlan ben bi şekilde idare etmeye devam etmeliyiz. kaz gelcek yerden tavuk esirgenmez sonuçta. sofistikeliğimin doruklarına dek çıkmam lazım. o halde hemen gidip kakamı yapıyorum. (tuvalette akla gelen inanılmaz fikirler)
23 Kasım 2008 Pazar
17 Kasım 2008 Pazartesi
Valie Export
14 Kasım 2008 Cuma
in the end only kindness matters
8 Kasım 2008 Cumartesi
b for banana
3 Kasım 2008 Pazartesi
Toute est Calme
Bugün kendimi kulaklığımın kordonlarını yalarken buldum. Hemen akabinde de çamlıca gazoz şişemi (reklam vermek) yüzüme kıç tarafı değecek şekilde tutuyordum, mesela sağ yanağımda bir süre tuttuktan sonra artık soğuk gelmiyor ve ben de bu sefer alnıma dayıyordum şişeyi, şişe serinliğini yitirene kadar öylece durup bu sefer de diğer yanağıma götürüyordum. Ancak işin en ürpertici kısmı genzimde durduğuna inandığım minik bir partikülü kürdan yardımı ile çıkarmaya çalışmamdı. Kürdanın birden bire damağıma batması ile ben de kendime dönüverdim. Bir iran kedisi gibi sevgiye ve ilgiye muhtaçtım o an. Bir tavşan kadar da açtım. Ancak bu aptal hareketlerimden ötürü kendimi cezalandırarak bir şey yemedim. Zira zaten ben bu akşam bir orduya yetecek pizza yemiştim ve hiç de akabinde kusmamıştım. O halde beklemek ve beklemek hatta o sırada kendim üzerine bir tahlile gitmek daha uygun bir yaklaşım olacaktı. Gördüm ki ben o Aristo olamamışım. (merci à A.) Ben olsa olsa onun o bahsettiği fanilerden falanımdır. Ben farkında olmadan parmağını emen fallik kişiyimdir. Ben çorabım kokmuş mu lan diyip koklayan sonra da evet kokmuş deyip çıkaran kimseyimdir. Kendi kendimi farketmem tam olarak kendime bakmamla mümkün olabilmektedir. İnsanlık üzerine büyük laflar etmek bana göre değildir, olmamalıdır. Benden bir insanlık medet umamaz, ummamalıdır. Özgürlük bireye değil bireylere ait bir kavramdır demiş birisi bugün sık sık gezinip durduğum mühim haber sitelerinden (?) birinde. Mesela ben bundan 3 saniyeliğine falan etkileniveriyorum. Neden sonra o etkilenmem ani bir karın açlığı ile yok oluyor ve bu laf üzerine iki dilim kaşar yiyerek günü kurtarıyorum. Öyle de kaşar bir yanım var şu hayatta.
Pek tabi bugün okuduğum şeyler iki elin parmaklarına tek tek asılsa birkaçı dışarda kalır, sandalye yahut masa kenarına iliştirilmeleri gerekir. O denli okuyan bir insanım, neyse, bir de bir şeyler okudum fakat şu an kaynak gösteremeyeceğim çünkü bu denli de amnezik bir yanım var. Orada güzel şeyler diyordu, seni pek çok seviyorum, sen şöyle şirinsin, böyle güzelsin, sen gülerken burnunun kıpraşmasına pek bir hayranım, seni bu akşamki haline seviyorum. Şimdi elimize geçen haberlere göre bu lafların kaynağı The Way You Look Tonight adlı parça imiş. İşte ben o parçadaki gibi kendimi deyiveremedim. Siz yaptınız mı bunu? Ben yapmadım. Yapar gibi oldum belki ama ağzıma yedim bir tane. Bir doberman pincher gibi eğitildim bu tür laflar etmeme konusunda. Güzel sözlerin ya da içten gelen o duygu yoğunluklarının salt bir gülücük yahut kaba bir laf ile daha doğru gösterildiğini sandım. Sanmak da denemez bunu ben böyle belledim. Bir bellektir yaşamak. Ancak nedense bugün kendime şöyle bir aziz istanbul edasıyla bakıp da gördüm ki ben bütün filizlerimi koparmışım. Başım da göğe ermiş. Kırpa kırpa bir cılız fasulye kalmışım ben. Bir uzun gövde ve iki yaprak. Bir sikime benzemediğim gibi öyle ortada bir yerde de dikilmiş durmuşum. Ne yana yatmışım ne de bir dala sarılmışım. Bir fasulye için yine de cesur bir davranış, küçümsemeyin.
Her ne halt ise (anyway diye de bilinir) ben bir garip ben olmuşum. Lafım da eylemim de büyük değilmiş. Benden ayşe kadın fasulye bile yapılmaz olmuş. Ben bu şekildeymişim ancak bu şekil şablonlara sığar cinsten de değilmiş. Nevi şahsına münhasır (sui generis) kendi halindeki ben işte bir filiz fasulye, bir yudum insan, iki dirhem faniymişim. Ancak dostlarım ve sevdiklerim, onlar öyle büyük öyle ulu çınarlar ve meşelermiş. Ancak hepsi bir vahşi batı filmindeki setler tarzında dikiliymiş karşımda. O çınarlar, o meşeler aslen birer mercimek, birer bamya, birer domatesmiş. Bunu görmek dünyanın en anlamlı ve asrın en unutulmaz olayıymış.
Ben sizi vahşi batı filmlerindeki gibi severmişim; ancak bir fasulye gibi de cılızmışım.
1 Kasım 2008 Cumartesi
29 Ekim 2008 Çarşamba
F for Fuck
Peki ya H ye bassak ve her şeyi bir huşu ile temizleyiversek, bir Y ile iki seçenek sunsak kendimize, C ile sağa dönsek, B desek ve tavana çarpıp tangır tungur geri düşsek. A ya basıp anamızı avradımızı, G ye basıp gelmişimizi geçmişimizi, yapmıyolar mı ha yapmıyolar mı? Bir de diyorum ki mesela bir ESC tuşu olsa basıp basıp kaçıversek. Bir F1 yakınlığında olsa arkadaşlar, sol serçe parmağımızın altında. Götümüzü yayıp yayıp oturduğumuz bir Home tuşu olsun, Delete'e de basar onu bunu siliveririz. Sili sili veririz. (Silly me, how silly silly me.)
Sana 5e basıp yüzdeler sunamam 8ler ve 9lardan parantezler açarım sadece mütemadiyen. Her dediğimi bir iki kere daha iyicene anlatmak için tırnaklar açarım taksimler koyarım aralara. Scroll scroll hayat scroll canım hadi. Bir shift gibi gereklidir anlayış. O yokken bütün hayat bir F klavye gibi bana.
28 Ekim 2008 Salı
24 Ekim 2008 Cuma
Yek ya, nerden belli ?
Pek Sevgili Arkadaşım,
Öyle sırtımızı büküp beklemek ne garip, sırtımızı dayıyacak birini aramak da öyle. Evet biliyorum canım bir keresinde demiştin: insan çadır değil ki. Gel gör ki biraz çadırlaşır olduk zamanla. Evet köşelerimizden çekip yere çivileyecek bir şey arar olduk. Tepeyi dik tutacak bir destek arıyoruz falan aman çekirgeler girmesin içeri. Sen, ben, biz işte böyle bir şeyler mi arar olduk ne? Bir şeylerin daha mı farklı olduğunu sandık bir şeylerden? Değil heralde, dimi, yok değil değil bu öyle bir şey işte bırak bu sefer desene arada. Arada sık sık kullandığımız o kelimeleri kullanmasak ya, ne zamandır yapmıyoruz bunu. Kendimize yetiversek ya birazcık, ne güzel halbuki kendi kendine yetivermek. Bazen kendi kendine sarılmak, işaret parmağınla dokunmak dudağına falan. Bir salatalık soyacağı gibi fırt fırt soymak istiyorum bütün kurumuş kabuklarımızı. Unutmaya mı başladık bazı şeyleri yoksa o kabukları böyle çekiversek gene kanar mı?
Niye ki böyle, neden falan? Keşke patlak vermese 5-10 cümlede bir türkçem. Hanilerimi falanlarımı iştelerimi gibilerimi kaçırıversem ama yok yok ben beş hani üç gibiyle sana derdimi derim. İşte öylelerimden sen anlarsın. Hani işte böyle bişiler oldu ya hani, aslında işte pek de o hani o zaman gibi bişi değilmiş gibi bişi bu, dimi? Belki de arada bir gelir gider, belki de evet içimizde bir mozambikli var, bir somalili falan; aç. Halbuki o zaman sen demiştin yok demiştin değil demiştin ben de pek tabi demiştim sen öyle diyorsan demiştim. Ya da hani başka bi zaman ben demiştim öyle bişi demiştim yok yok, merak etme demiştim. Bu yalanlarımıza inanıyoruz ya, hani evet uyanırım yeminle deyip gözümüzü açınca küfrediyoruz. Bazen bu kandırmacalarımıza da mı ihtiyacımız var diyosun? Bana bak sen öyle bişiler diyosun, ağzında geveliyosun ama ben anladım seni. Sana sarılınca hatırladım geçen gün sana hiç sarılmadığımı, pek mi gudubetiz birbirimize bilmem ki? Sebepsiz yere de sarılmaz insan ama belki de çok sebepsiz kaldık biz. Evet bilakis çok amaçsız da kaldık biz. Bazen sol yanımızı almışlar gibi hayat. Solumuzda böyle bir gazete kağıdı var örtülmüşüz gibi. Kurtlanmaktan korkuyorum.
Pek sevgili arkadaşım, sen şimdi uyuyor olmalısın, seni uyurken düşünebiliyorum, ama saatler sonra ne yapacaksın bilemiyorum. Şaşmayalım, ben ne yaparım onu da bilmiyorum. Ama nedense bir huzurla karışık güven var içimde. Hani sen sensin ben de ben, biz böyle bir biziz ya. Bu bokun altından da kalkarız, kıçımızı siler yürürüz; dimi? Evet evet, sen "müstehzi" bir şekilde güldün, evet der gibi başını salladın, gerdan kırdın. Ben anladım. Yine de diyorum ki daha çok inmeden yukarı çıkıp bi nefes alalım.
17 Ekim 2008 Cuma
to shut yourself up would be the hugest crime of them all
10 Ekim 2008 Cuma
kokulu beyin
yanı sıra yine de güzel bir gündü. yıkandım, böyle yıkıyıverdim kendimi, bir garip hastalık aktı üstümden sanki. azcık boğazlarımda kaldı acısı ama o da gider yakında - o da gider mi be - herkesler mi gider. sonuçta bir karabasana tav oldun onur - geberme. böyle saçları taramayıp kendi haline bırakmak ne güzel. sonra şöyle bi kafa sallayıp şampuan kokusu almak hele. koku demişken bugün yine üzerimi çıkarırken bi süreliğine - kısa bi anlığına - o kokuyu duydum. eski evimin - eskilerin - kokusunu. güzel kokuları severim de bu koku güzelden başka bir şey - bu kokuda bir şey var ondan içeri - insanın koku hafızası diğer tüm bildiklerinden daha kalıcı nedense. bi de bi koku vardı atletler, tişörtler öyle kokardı - belki vernel lavanta - huzur veren, sevgi kokusu. (ayunmundo masaya- otromundo masaya ?) ve hatta ve hatta: tirinişe çitam bayım benyam tutarona - trişe çitem bayım benyam tutarona / tirin tapet zambati emi markunyam du sa küreeeeyin ooo.
evet evet tam o.
9 Ekim 2008 Perşembe
7 Ekim 2008 Salı
Güzel Dilekler
6 Ekim 2008 Pazartesi
5 Ekim 2008 Pazar
hiç ummazdım oldu - sonbahar'da
30 Eylül 2008 Salı
Sekiz Kişilik Yaşamlar
arkadaşım,
n'olursa olsun, gözyaşımı yutar saçlarından koklarım.
yaygaralar koparır, sarılır ağlarız.
karşılaşınca, öpünce birbirimizi, dudaklarımız yanar, elele dururken; seni uyanırken - seni çıplakken görürüm.
içimde bir deli şarkı söyler; sen sığ sularda oynarsın, hızlanırız koşarken, her şey küçülüverir, deli gibi çığlıklar atarım.
sulara girmek üzereyim, gitmek üzereyim ben.
Inní Mér Syngur Vitleysingur
kendime 8 kişilik bi pasta aldım. pasta alındığında bi eve, misal bir doğumgünü bir kutlama bir mutluluk anıdır o, bir şeyler yerine oturur. herkes bir sandalyeye oturur, bir masa etrafına. pasta geniş ve yüksek olabilir, rulo olabilir, yuvarlak olması pek muhtemeldir, bazen hüzünle karışık çilekli oluverir, çoğunlukla krokanlıdır pasta, fişneli olabilir, muzlu olabilir, üzücü bir şekilde kestaneli de olabilir, yok ziyanı. kendime aldığım 8 kişilik pasta fişneli ve çikolatalı, üzerinde iri parçalar halinde şekilli çikolatalar vardı. yedim. bir dilim kestim ayrıca, neşeyle yedim. pasta yemek insanı 2 buçuk yaş kadar gençleştirir. 8 kişilik pasta almak bütçenizi belki sarsabilir ama genç kalmanın sırları ne yazık ki biraz tuzludur. pasta ise yoğun bir şekilde şekerli. kendime kalabalık bir aile izlenimi vermek istedim. televizyonun altındaki üççekmeceli'yi kitaplığın durduğu yere taşıdım. üzerine bi dünya maketi bi de eiffel kulesi koydum. kitaplığı ikiye böldüm, çizim masasını bilgisayar masasının olduğu yere havale ettim, kitaplığın üstünü bilgisayar masasının yanına koydum, bilgisayar masasını da çizim masasının eski yerine. kitaplığın altını mutfağa ittim, gerçekten ittim, böyle sürükledim / çünkü kendisi izbandut denenlerden / eve yeni bir görünüm vermek istedim. yeni bir aile kurmuş gibi; çok çalıştım, canım çıktı. canım çıkınca kendime 8 kişilik pasta almaya karar verdim. 8 kişilik pasta için mum ya da maytap istemediğimi belirttim. "sadece canımız çekmişti, kutlama falan yapmayacağak, öyle isteyiveğdik" gibi bi bakış attım adama. kutusunda duran pasta sabırsızdır. açılmak ister. onu değerini bilen ellere vermek gerekir. bu gibi noktalarda sonsuz bir uyum içindeydim evren ile. 8 kişilik sevindim sanırsam.
bazı yaşamlar 1 ya da 2 kişilik, bazılarında bir 3üncü var. kimisi 4 ya da 5 kişiye kadar çıkıyor, 6 kişilik yaşamlar bile var. 7 kişilik bir yaşam 8 kişilik yaşamdan daha az karmaşık olmasa gerek. 7 kişinin yediği pastadan elbet bir sekizinciye pay çıkar. hep böyle düşünmüşümdür. o halde ne 9 gibi kalabalık ne 7 gibi eksik, 8 kişilik pasta gibi "çok yerinde" bir seçimdi benim yaşantım. doğru, düzgün...
münasip bir zamanda 12 kişilik çatal bıçak takımı almak isterim. 6 kişilik arcopal takımı olurdu eskiden bazı evlerde. gazeteler dağıtırdı. ama hiçbir gazete isterse 12 kişilik çerez seti versin 8 kişilik bir pastanın sessiz bir eve getirdiği huzura erişemez.
26 Eylül 2008 Cuma
O-BU-ŞU
24 Eylül 2008 Çarşamba
Açık Not: kendime hırçınca vurasım var. tepesim var kendimi. içimden böyle atasım var resmen kendimi. dişlerimi falan döküp ağzıma tazzikli su basasım geldi. parmak uçlarıma kablo çekip elektrik veresim var. zangır zungur sallanasım kafamı taşlara çarpa çarpa yerlerde çırpınasım var. ya bi sor allaşkına bi sor geberme e mi bi sor ya niye de niyeeeee de yaniyeee de. hiiç, öyle bi gıcıklaşasım geldi çünkü diyesim var. öyle bi tartaklanasım geldi diye laf yapıştırasım var. e bi öf de bö pöf de bi höhhle be, allasen, bi silkin bi kendine gel bi insan ol, de. ya bırak bu işleri devlet su işleri, de. sana öyle bi çakasım var. o lafına pek feci takasım, üç gün senle konuşmayasım var. böyle kalııın kalın kitaplar alıp bir türlü okumayasım, hayıflanasım var; her sabah tartıya çıkıp da sonunda 65'i göresim var. iyice saldın de bu havalar bozdu seni de çok boşladın biraz toparlan niye böyle oldun sen, de. seni götümle dinleyesim var. böyle bi hiiiiiç kimseleri takmayasım, metal falan dinleyesim var. kodese giresim, istiklal'de sıçasım var. temiz bir dayak istiyorum, geberene kadar hırpalanmak, bayılana kadar pataklanmak istiyorum, hıncınızı alın diye ilan veresim var. şöyle bi garip bak, tilt ol, ipimi çek, ağzını boz, alaşağı et, hayvan de. karşı çıkmayasım var.
Shake the Devil
19 Eylül 2008 Cuma
içim böyle kımıl kımıl kış mı geliyo nedir?
öyle acayip bi kitapmış ki çok pis aklıma kazınmış. oturup da hikayeyi anlatamam dedim ya hatirlamiyorum. işte asıl korkunç olan da bu. sadece bu kraliçenin görüntüsü, kırılan ayna, göze kaçan camlar. buzlar falan filan.. şimdi hani yağmur yağdı ya bi de pijama giyip corapları cektim ya ayağıma demek ki kış geliyor. kış deyince de aklıma illa ki karlar kraliçesi geldi. bizdeki de yeniyüzyıl'ın armağanı mıydı bilmiyorum ama kapak işte buydu.
yeniyüzyıl demişken, ne güzel gasteydi o. nasıl güzel bi gasteydi. lego verirdi, k'nex falan vermişti. her gün koşa koşa bakkala giderdik. bazen bi minik poşet lego daha almak için bi gaste daha alırdık. o zamanki lego heycanı başkaydı. şimdi robot yapıp yürütüyolar bile legolarla. neyime yarar bilmem? sevemedim.
tasolar gibi aslında. o zaman bir tasolar vardı oh allah oh. arkaları yesildi normallerin. bi de mega taso olurdu onların arkası pembe olurdu. önünde de duffy duck vardı mesela tacmahal'de. tweety sylvester tazmania canavarı. sonra bunların dönenleri çıktıydı. döndürürdük arkaları rengarenkti şekiller oluşurdu. sonra bi iki çeşit daha çıktı. ama zaten tadı kaçmaya başlamıştı. bir koca torba tasom kayboldu sonra. heralde annem attı.
taso dedim de aklıma meşeler geldi. biz meşe derdik izmir'de. bilye işte. içlerinde S harfine benzeyen donmuş renkler olur hani. onlar en klasik meşeydi. bunların bi de etrafı aynalı gibi olanı vardı. 75lik meşe derdik. bi de gocuman şişmanları vardı 100 lük meşe. anam ne güzeldi onlar da. şıngır mıngır cepler ses yapardı.
bi de o zaman tom sawyer kitabım vardı. mağrada kayboluyodu. bi kız vardı neydi adı unuttum ona aşıktı işte. çok maceralı bi kitaptı. hala durur. bak tom diyince bi de çok sevdiğim bi seri vardı, Dört Kafadarlar diye. thomas brezinga mı nyedi yazarının adı. öyle bişidi işte. kardan canavarın esrarı'nı okumuştum ilk. sonra ufolarla ilgili bi tane vardı. bikaç tane vardı bunlardan meğer sürü sepet varmış. benim anca bikaç tane oldu. annem sağolsun güzel kitap seçerdi bize küçükkene.
ha bi de o günlerden en çok aklımda kalan araba çıkartmalı doping adlı çukulatadır. dünyanın en güzel çukusu idi heralde. bi süre daha gördüm sonra yok oldu. yumuşacıktı. hatta reklamı da vardı enerji icin ne yeriz neee yeri neee yeriz dopin doping doooping yerizz diye. bi de sprint vardı cukulata. onu kimse hatirlamiyo. mavi ve sarısı vardı. o da enfes bişidi. neden artık bole guzel cukular yok? belki de bana oyle geliodu kucukken cok guzel gibi geliodu. ama cidden guzeldi be. kendi kendimle kavga ettim su an. bi de cino vardı. portakallı hani. onu buldum ben bi iki sene önce. bi yere gitmiştik köy gibi. ordaki bakkalda vardı. hemen aldımdı 5 tane. ne guzel bişidi o ya. hala bile olabilir bi yerlerde.
valla icim kımıl kımıl oldu. kış geliyo heralde. ben de bunları dusundum simdi yüzbininci kere.
bu arada karlar kralicesini bulursanız okuyun derim. hatta ben de okuyam tekrar. evat.
17 Eylül 2008 Çarşamba
Kanashibari
16 Eylül 2008 Salı
Şeylerin Sakinliği
Dipte, o karanlıkta, gördüğü şey sakinleşmeydi; durulan şeyler ve donuk bakışlardı.
9 Eylül 2008 Salı
Güneş Kremi Kullanın
Gençliginizin sundugu gücün ve güzelligin tadini çikarin. Yahut bos verin. Gençliginizin gücü ve güzelligini onlar yok olup gidene dek anlamayacaksiniz. Yine de bana güvenin, 20 yil sonra, fotograflariniza bakacaksiniz ve simdi kavrayamadiginiz bir biçimde önünüzde ne gibi firsatlar oldugunu ve gerçekten de ne kadar mükemmel göründügünüzü hatirlayacaksiniz. Düsündügünüz kadar sisman degilsiniz.
Gelecek hakkinda kaygilara kapilmayin. Yahut kapilin, ancak sunu bilmelisiniz ki kaygilanmak, bir cebir denklemini bir yandan sakiz çigneyerek çözmeye çalismak kadar etkili bir yöntemdir. Hayatinizdaki gerçek sorunlarin o kaygili aklinizdan asla geçmeyenler olmasi daha mümkündür, bos bir Sali günü ögleden sonra 4 civari kafaniza dank eden türden.
Her gün sizi ürküten bir sey yapin.
Sarki söyleyin.
Diger insanlarin hislerine karşı umursamaz davranmayın. Sizinkileri umursamayanlara tahammül etmeyin.
Diş ipi kullanın.
Vaktinizi kiskançlikla harcamayin. Bazen öndesinizdir, bazen arkada. Yaris uzundur ve nihayet yarisiniz yalniz kendinizledir.
Size edilen iltifatlari hatirlayin. Suçlamalari unutun. Bunu basarirsaniz nasil becerdiginizi bana da söyleyin.
Eski ask mektuplarinizi saklayin. Eski banka beyanlarinizi çöpe atin.
Gerinin.
Hayatinizla ilgili ne yapacaginizi bilmiyorsaniz kendinizi suçlu hissetmeyin. Tanidigim en ilginç insanlar 22 yasindayken hayatlari hususunda ne yapacaklarini bilmiyorlardi. Tanidigim en ilginç 40 yasindakilerin bazilari ise hala bilmiyor.
Bolca kalsiyum alin. Dizlerinize iyi davranin. Gün gelecek onlari özleyeceksiniz.
Belki evlenirsiniz belki de evlenmezsiniz. Belki çocuklariniz olur belki de olmaz. Belki 40 yasinda bosaniverirsiniz belki de 75. evlilik yil dönümünüzde çilginca dans edersiniz. Ne yaparsaniz yapin, kendinizi çok fazla tebrik etmeyin tabi çok da azarlamayin. Sahip oldugunuz seçenekler hep yari yariya sanstir. Diger insanlarinkiler de öyle...
Bedeninizin tadini çikarin, her sekilde kullanin onu. Bedeninizden ya da diger insanlarin bedeniniz hakkinda ne düsündügünden korkmayin. Sahip olabileceginiz en önemli araç odur.
Dans edin, edecek yer bulamasaniz bile gidin salonda dans edin.
Takip etmeyecek bile olsaniz yönergeleri okuyun.
Güzellik hakkinda dergileri okumayin. Sadece çirkin hissetmenizi saglarlar.
Ailenizi tanimaya çalisin. Ne vakit gidivereceklerini asla bilemezsiniz. Kardeslerinize iyi davranin. Geçmisiniz ile kurabileceginiz en iyi baglantidir onlar ve gelecekte yine yaninizda olma ihtimali en yüksek olan kisilerdir.
Arkadaslarin gelip gittigini kavrayin, ancak degerli birkaç tanesine sikica tutunun. Cografya ve yasam tarziniz arasindaki bosluklari birlestirmek için çok çalisin, zira yaslandikça gençken tanidiginiz insanlara daha çok ihtiyaç duyacaksiniz.
Bir kez olsun New York'ta yasayin, ancak sizi katilastirmadan evvel ayrilin oradan. Bir kez de Kuzey Kaliforniya'da yasayin ancak sizi fazla yumusatmadan evvel gidin. Seyahat edin.
Bazi devredilemez kati gerçekleri kabul edin: Fiyatlar yükselecektir. Siyasetçiler kadin pesinde kosacaktir. Siz de yaslanacaksiniz. Yaslandiginizda ise siz gençken fiyatlarin makul, siyasetçilerin haysiyetli ve çocuklarin büyüklerine karsi saygili oldugunu düsüneceksiniz.
Büyüklerinize karsi saygili olun.
Size kimsenin destek olmasini beklemeyin. Belki bir sigorta fonunuz olur. Belki zengin bir esiniz... Ancak her ikisinin de ne zaman tükenecegini asla bilemezsiniz.
Saçinizla çok ugrasmayin aksi takdirde 40 yasina geldiginizde 85 gibi görünürsünüz.
Kimin tavsiyesini dinlediginize dikkat edin ancak size tavsiye verenlere karsi da sabir gösterin. Tavsiye bir çesit nostalji biçimidir. Tavsiye vermek geçmisi çöpten çikarmak, söyle bir silmek, çirkin kisimlarini yeniden boyamak ve degerinden daha fazla bir sekilde yeniden kullanmak gibidir.
Ancak günes kremi tavsiyesi konusunda bana güvenin.
Everybody's Free to Wear Sunscreen
17 Ağustos 2008 Pazar
Ahmed
ahmedo, sana böyle seslenmek istedim bebeğim. geldin gittin ay yüzünü göremedim. anlatamam nasıl bir heyecan nasıl bir meraktı benimkisi. resmen filolarını toplayıp gelmişsin be ahmet, bi çayımı da içmedin. varsa yoksa yol kapadık senin için, varsa da kapadık yoksa da kapadık. senin geçtiğin yollara güller dökmek isterdim ahmedinejo, yapamadım. sen gene de en güzelini gördün gülün. nasıl da gülü gülü verdiniz gülümsüyürük poz verdiniz allahım bu ne unutulmaz bir şölendi. sevdim seni ahmedinejo, uçakların ordan vapurlarımıza kadar o pis arabaları kovduğun sokaklarda resmen sessiz bir tören gibiydi yürüyüşümüz. kimimiz valizleriyle kaçırdığı uçaklara biçare koşturdu, kimimiz belki de yollarda mahsur kaldı. hepsi bir aşk hepsi bir merak meselesi. öyle korktuk ki senin nadide bedenine bir zarar gelir, ne bileyim ayakkaplarna sakız yapışır, gömleğine kuş pisler diye. sapanımı alıp kuşları da vurasım geldi be! sen geçeceksin diye uzun bir asfalt oldu yollar, bir nevi siyah bir halı serdik ve ben buna içerledim ahmed, dedim niçün ve niye ve fakat elimden bişi gelmedi. ahmed be, sen gelince resmen bu şehre bir bahar havası geldi ha. ben de üç yaş kadar gençleştim. kocuman kocuman adamlar bize dediler ki ora gitmeyin bura gezmeyin şurdan geçmeyin. elin kolun sallayaraktan geçmedin de yanımızdan dedim öyleyse niye? ahmedimi zaten göremeyeceğuk dokunamayacağuk nedir bu endişe. ancak ulusça korktuk ahmed. kendimizden korktuk. sana olan bu aşırı sevgimiz, adını yeni öğrenmiş bebelerimiz ve ben ve pek tabi ben, her şey öyle tehlikeli olabilirdi ki korktuk kendimizden. pek tabi yasak ettik biz de. yasakken çok daha insancılız zira. sen şimdi buraları çok sevmiş beğenmişsindir. nerdeyse bütün yollar Jadde gibiydi senin için "OH" çok pis gaza basmışsınızdır. üstümüzden de geçseydiniz be ahmedo, canım, biriciğim, eziverseydiniz ya bizi. en güzeli de ne biliyon mu, ahmedinejo'cum, belki, az ihtimal, pötikare olasılık, sen geçersen diye, daha tee ufuktayken, barbarosun ufkundayken daha, sen ordayken ben çok heycanlanmışken, bizi çin horozu gibi durdular be canım. geçtirmediler geçittirmediler geçit vermediler. o an içimi kaplayan umudu sana diyemem. ikinci cihan harbi gibiydi beklentimiz, vahşice bekledik sen geçersen diye. ahmed, ahmedcim, ahmedom... geçmedin be, böyle vız gibi geldin tırıs gibi döndün, hart diye daldın çırağana. öyle ki şaşa kaldık. bi süre daha geçemedik, kokun uçup gitti biz tutana kadar. yanımızda babası kanser olan bi kadın vardı, hastam var acilen gitmem gerek dedi, bırak yaw bu işleri dedik biz. insanlar hala kendi derdindeydi çok öfkelendim. "ahmedim geçmiş yolllağdan sen ne diin?" dedim içimden bi denizlili gibi. içimde böyle buruşturulup fırlatılmış bir sevinç kaldı.
gene gel ahmed barajlar kuracağık sana, engeller döşeyeceğik. ip çekeceğik önümüze, dikenli teller donatacağık etrafa. bu kez el de sallayacağım sana orta parmağımla. gene gel. özletme kendini.
12 Ağustos 2008 Salı
bir gün, o gün, her şey, yani onlar, hepsi işte, yıkılmasa da yıkılayazacak gibi olsa ya da boş ver işte hepsi kalsın, elinden bir şey, birisi, belki de bir kısmın, alınıverse... nasıl da ağlarız kız gibi erkek gibi çocuk gibi acizler gibi dilenciler gibi kalakalırız bir tek boğazını sevdiğimiz şehrin o güzel boğazında, o dalgaların üstünde tıkanıveririz. nasıl da ergeniz nasıl da erkeniz!
bize gelsin bize olsun bize binsin hepsi. düze düze ağlatsın o zaman her şey bizi, ısırsın koparsın tırnaklarımızı biz kendimizi tırmalamadan evvel. nasıl da anlaşmalar imzalar, sözler verir, işaretler bekleriz komik dualarımızın işitildiğine dair. nasıl da kevaşeyiz!
31 Mayıs 2008 Cumartesi
Sigur Ros - Gobbledigook
Sigurros da yeni albümünü haziran sonu gibi piyasaya sürecekmiş. (Kulağımızda Bir Vızıltı, Durmamacasına Çalıyoruz) adlı albümleri - með suð í eyrum við spilum endalaust - ilk klibi çektikleri gobbledigook parçası ile açılıyormuş. yazılana göre inní mér syngur vitleysingur" ("içimde bi deli şarkı söylüyor ") grubun marşı olacak kadar öne çıkıyormuş. ayrıca "ára bátur" parçası için londra senfoni ve çocuk korosu ile 90 kişi beraber çalıp söylemişler. heycanla bekliyoruz. :)
28 Nisan 2008 Pazartesi
Vigneault
Quand vous mourrez de nos amours
J'irai planter dans le jardin
Fleur à fleurir de beau matin
Moitié métal moitié papier
Pour me blesser un peu le pied
Mourez de mort très douce
Qu'une fleur pousse
15 Nisan 2008 Salı
Dorothy Parker
Bunun gibi bir günde, bir kasım sabahında, dokuz belki on yaşında bir çocuk olmak… Hiçbir şeyin farkında olmamak, yürümek, koşmak; fark edecek bir şey olmadan, her gün, aynı şekilde, farksız olandan keyif duymak; sanrısız ve tasasız, sadece sunulanla, bırakıldığın yerle, elinle kavrayabildiklerin ve boyunun yetebildikleriyle yetinebilmek… Bunun gibi bir günde, bir kasım sabahında, sadece merakından yaşadığını kavramak…
Bir gün, eteklerinde minik taşlar olan o kadınlar gelmeden evvel, beyaz pijamaları ile uzak bir ülkenin yorgun prensi gibi yatağından kalktığında her şeyin son derece merak uyandırıcı olmasıydı hayat. Dokuz belki on yaşında, sarı saçlı bir çocuktu Can. Eteklerinde taşlar olan o kadınlar gelmeden evvel kahvaltıda beyaz peynir, bal ve süt vardı. Serçe parmağının kenarında, dinmek bilmeyen bir sızı, şeytanın kopan başı, tüm bildikleriyle aslında tüm evreni tanımlayabilecek bir güven duygusu, kalem kutusu, boyaları, biraz kağıt, güzel kokan şeyler, yeni alınmış pastel boyalar ya da vişne reçeli, her şey, tüm bunlar, merak etmenin dayanılmaz çekiciliği, kaşınmayı bekleyen her soru bir sivilce gibi sırtında belirmiş, beklenen bir şeyler, beklenen bir sessizlik, beklenen bir kapı sesi, bekledikçe hızlanan ufak bir kalp çırpıntısı, kapının sesiyle gelen topuk sesleri, hızla ilerleyen adımlar, çatalın masanın köşesinden haince yere düşüşü, her şeyin bir anlığına kötüye gitmesi, her şeyin sakince yoluna girmesi, kimsenin geri dönmemesi, hiçbir şeyin korku uyandırmaması, saf bilinçsizlik, sadece merak, merak edilenler, o sivilceler, tüm bunlar ve sadece sabahın bu eşsiz güzelliği… Bir kasım sabahında, sakin bir evde, tek başına olmak, dokuz belki on yaşında…
ERIN
Ayağa kalkıyorum, mayomun arkası ellerime yapışıp duran çamur kütleleri ile dolu. Temizlemeye çalıştıkça ellerime dolanıyor, ellerime dolaştıkça üzerime sürüyorum; balina denizin içinde kaybolurken hala kum taneleriyle süslüyüm. Biraz ilerleyip ayaklarımı suya sokuyorum. Erin uzakta bir yerde üssüz denize girmiş. Kahkahalarını duyar gibiyim. Dizlerimi kırıp kıçımı suya sokuyorum. Kum taneleri, en ince olanlar ilk dalgayla düşüp gidiyor suyun içine. İki adım ötede denizle kumun birleştiği yerde hala ayaklarımdan kalan artık iyice aşınmış ufak çukurluklar var. Elimle kıçıma ve mayoma dokunuyorum. İyice sürterek tüm kumdan kurtulmak istiyorum. İnatla belime, bazen boynuma hatta gözlerime tuzlu su vuruyor. Kendimi ufak bir çocuk gibi hissediyorum. Erin’in memelerini düşünüyorum. Diz çökmüş, kıçım suyun içinde, başımı dizlerime dayamışım. Ayağımdan arda kalan çukurlar iyice yok olmuş sanki. Erin’in memelerine benziyor şimdi çukurlar. Ufak, pürüzsüz ve yok oluyorlar.
Erin döndüğünde kuru bir şekilde havlumun üzerine oturmuşum. Gözlüklerimin ardında meraklı gözlerimi saklıyorum. Gülümsüyor; toplanıyoruz. Kırmızı havluyu beline sarıyor. Sahil gri ve kahverenginin mavi bir ışıkta varabildiği son renge bürünmüş. Uzakta, denizin açıklarında bir yerde büyük bir balina görüyorum. Mavi ışığın altında yeşile çalan rengi sadece bilen biri tarafından tespit edilebilir. Arabaya biniyoruz. Uzun sarı otlar ve çirkin dikenli bitkilerin arasından geçerken terliğimin içine giren minik bir bitkiyi çıkarmaya çalışıyorum. Eve dönerken neyin ne zaman, nasıl olacağını düşünmüyorum. Eve dönerken sadece elinden oyuncağı alınmış beş yaşında bir çocuk gibiyim. Umurumda değil dünya. Erin’in üzerinden güneş yağı kokusu geliyor. Annem gibi kokuyor o an; annemi hatırlıyorum. Sarı bir şapka ile sahile inişimizi düşünüyorum; ben altı yaşındaydım, Erin dokuz. Babam yoktu, babam denizi sevmezdi ki… Erinle büyük suyolları yaptığımızı ve annemin gri kapaklı kitaplarından birini okuduğunu hayal ediyorum. Eve gelmişiz. Neyin nasıl olacağını düşünmek istemiyorum. Yukarı çıkıyoruz. Annem kapıyı açıyor. Büyük yeşil bir balinaya benziyor; üzerinde Günün Çiçekleri yazan aptal bir gömlek var. Ucuzluktan alışveriş yapan kadınların maruz kaldığı lirik nokta anlamını iyice yitirmiş. Odama giriyorum. Kapıyı çarpmak istiyorum; sakince kapatıyorum. Gözlerimi de kapatıyorum. Her şeyi kapatıyorum. Fişten çekiyorum kendimi.
†
Bütün gün kaldırımlarda insanlar gördüm. Yerden yüksekte güvende görünüyorlardı. 54. katta son derece güvendeyim öyleyse. Büyük lacivert kaplama bir kapımız var şirkette. Sabahları oradan içeri girmek ve her sabah aynı çiçekli oda parfümü kokusunu solumak ardından bir kahve alıp masa başına geçmek, her şey, tümü, tüm yorgunluk koşuşturma ya da hep aynı sandalyede oturup günü bitirdikten sonra aynı lacivert kaplama kapının altından geçip sokağa dökülmek, bugün birdenbire aklımı kurcaladı işte.
On sekiz yaşıma bastığım gün evde sıradan bir pasta kesmiştik. O zamanlar en yakın arkadaşım Tom, arka bahçede elinde büyük bir şişe şarapla bekliyordu. Töreni kısa kesip dışarıya çıktım. Arka bahçe iki metrelik bir sokak lambasının beyaz ışığı ile aydınlanıyordu. Tom elindeki şarabı sıkıca kavramış beni bekliyor. Yanına gidiyorum. Her şey o an öyle basitti ki. Uzun bir yürüyüş yapıp Waters köprüsüne varıyoruz. Köprünün altına inip şarabımızı açıyoruz. Tom şaraptan bir yudum alıp bana uzatıyor. Şişenin ağzında biriken tükürüğü önemsemiyorum. Önce sıcak sıvıyı sonra da şarabı dikiyorum kafaya. Tom pantolonunun paçalarını kıvırıyor. İnce ve çelimsiz bacakları var. Tom her anlamda güçsüz; ayrıca yalnız ve içine kapanık biri. Yine de çoraplarını çıkarıyor ve kahkahalar atarak suya doğru ilerliyor. Şarap yarılanmış. Tom evrendeki tek dostum; yanına gidiyorum. Soğuk, diyor. Gülüyorum; çoraplarımı çıkarıyorum. Üzerimde eski yırtık bir pantolon var. Suya giriyorum. Köprünün üzerinden ay ışığı Waters üzerine vuruyor. On sekiz yaşında yarım şişe şarapla mucizevî bir gece yaşıyoruz. Taşların arasından garip bir yaratık fırlayacak sanki; korkuyorum. O sırada garip sesler geliyor yukarıdan. Bir kızın sesi, gülüşmeler. Sudan çıkıyoruz. Çorabımı almak istiyorum ama Tom beni yere çekiyor. Yuvarlanıp büyük çalıların arkasına düşüyoruz. Karanlığın içinden bir kız ve bir oğlan geliyor; ellerinde minik şişeler var. Erin, diyor Tom. Biliyorum. Erin bu; tasasız ve kaçık bir kız. Sessizce bekliyoruz çalıların arkasında. Ay ışığı Waters üzerine vururken ve on sekiz yaşımı evrendeki tek dostum Tom’la kutlarken, köprü altında Erin’in bir oğlanı emmesine tanıklık ediyoruz. Gidip elimdeki şişeyi oğlanın kafasına geçirmek istiyorum. Waters’a karışan kanına bakarken Erin’in asaletle bana sarılmasını ve minnet duymasını diliyorum. Hiçbir bok düzgün gitmiyor. On sekiz yaşındaysan büyümüşsündür; her şey büyür. Ay ışığı gözümde büyüyor her şey bulanıklaşıyor sanki. Ağladığımı hissediyorum. Neden ağladım o gece? Tom soruyor, kim bu adam? Bilmiyorum; ben büyüdüm Tom, büyükler gibi hiçbir şey bilmiyorum. Çalılar ayağıma batıyor ama kıpırdamamak için elimden geleni yapıyorum. Bir ara Erin ve o oğlan gitmişler. Tom suyun içinde. Bir şey arıyor sanki; canım yanına gitmek istemiyor. Merak etmiyorum; önemsemiyorum. Şarabı bitiriyorum. Ayaklarım üşümüş, serçe parmağım kanıyor; çoraplarımı giyiyorum. Tom sudan çıkıyor. Geri dönüyoruz. Görüşürüz dostum, diyor giderken. Arka bahçe sokak lambasının beyaz ışığı ile hala aydınlık. Hiçbir şey demiyorum. Odama giriyorum, ev sessiz. Erin’in kapısı kapalı. Belki de hala dışarıdadır. Umurumda değil. Kapımı kapıyorum. Her şeyi kapıyorum, gözlerimi de.