20 Nisan 2010 Salı

Almanya'daysan bira içeceksin, dediler.



Şu aralar beynimin içindeki ekranda sürekli farklı farklı yerler belirip duruyor, Blog. Geçen gün kesintisiz bir şekilde Amsterdam'da olduğumu hayal edip durdum. Sanırım insan bir yere gittiğinde orada ne bileyim pek önemli bir tarihi eser görmeyi değil de gidip de bir kaldırımın kenarında belki 8 saat hiçbişi yapmadan oturmayı daha çok kazıyor hafızasına. Zaten ben hiçbir zaman için gezmesini bilmiş bir insan olmadım. Beni Paris'e götürsen Louvre'a gitmeden dönerim pek ala. Nedense beni sıradan bi kafeye gidip oturmak hatta bunu 4 gün ardarda düzenli olarak yapmak daha bir etkiliyor, çünkü sonunda sanki hakikaten o şehirde yaşamışsın gibi oluyor. Çünkü insanlar yaşarken müzeye gitmez, insanlar yaşadıkları yerde ören yerlerini gezip durmaz. İnsanlar yaşarken hep bir merdiven kenarında oturur çay içer, her sabah aynı dandik simidi yer mesela, hep sıkıla sıkıla aynı sokaktan yürür. Ama işte gün gelip de oradan biraz uzak kalınca işte o sokak, o simit, o merdiven gelir aklına. Sıkıcı sandığımız alışkanlıklarımız güzel kılıyor aslında hayatımızı, nihayetinde, ya da ben öyle sanıyorum şu aralar. Amsterdam'da her gün hostelden çıkıp yürüdüğümüz o sokaklar mesela, o dev binanın yanından geçerken duyduğum hisler, hepsi birbirine çıkıveren kanallarla örülü sokaklar, mesela o aptal smart shop falan. Şimdi bile önünde geçer gibi hissediyorum, vitrine bakıp eho heho diyorum içimden. İşte geçen gün bunları düşünüp durdum gene, böyle gene bi gidip göresim geldi oraları. Bugün de aklıma İstanbul geldi mesela, gene bi anlığına oraya gidebilmek istedim falan. Gerçi uzun bir süre için buraya demir attığım gerçeği de sürekli olarak ensemde nefes alıp duruyor, boyu seni beni aşmış uçak bileti fiyatları beni benden aldı gitti Blog.

Geçen gün Hannover'e gidişimizin altında yatan Kentuck Fried Chicken ana fikri de bana bunu anımsattı işte. Mesela Hannover'in uzun süredir yalnıza tren istasyonunu bilen ben ilk kez olsun istasyon dışına adım atma fırsatı buldum. Tüm şehri bir kalemde silip tersi istikamette cehennem sınırında konuşlanmış Kentucky'e doğru sebatla ilerlemeye başlarken de hiç pişman olmadım aslında. Çünkü sanki hep orda yaşarmış gibi salak salak yollar tepip Kentucky'e gittim o gün, orda bir ağaç vardı, bir bahçe vardı, bolca tavuk kola ve pattes kızartması vardı. Patateslere baktım öyle sonra etrafa baktım. Hannover de böyle bir şeymiş dedim içimden. Beni de salak kılan işte bu yanım sanırım.

O değil de akşam üzeri dünya ne kadar da güzelleşiyor be. Sanki tüm dünyada sürekli olarak akşam üzeri ve mevsimlerden hep bahar olsa başka da bir şey istemem gibi geliyor bana. Sonra köprünün altından kömür yüklü bir yük gemisi geçince sanki büyük bir karnaval olmuş gibi seviniyorum, bir Japon gibi kendime hakim olamayıp basıyorum kayda. Beni de bu havalar böyle yaptı Blog, azcık sersemim ama yine de sersefilliğim ağır basıyor.

Arada sen de yazsana.

15 Nisan 2010 Perşembe

We build our private rooms divine


Nefesim kesiliyor gibi oluyor arada. Böyle kalbim sıkışır gibi sanki, nefesimi kesip içine bakıyorum tam göbeğine o ortadan ayrılmış kalın yeşil halatın, sanki bir kivi gibi, görseler bu bir kivi derler, ikiye ayrılmış bir kivi, güzel bileylenmiş bir bıçakla ikiye bölünmüş sulu bir kivi bu derler, görseler. Fakat ben biliyorum o siyah noktacıkların çekirdek olmadığını, minik kara susam taneleri de değil onlar, kivinin zeytin gözlü çekirdekleri hiç değiller, nefesim kesilip de o yeşil halatın ışık saçan içine gözümü dayayınca gördüklerim sanki pek uğraşılıp da yan yana dizilivermiş gibi duran ama aslında, yani ben biliyorum ki öyle, hiç de hesaplanmamış, gelişigüzel, kendiliğinden bitivermiş, bazı bazı içimi kaşındıran, nefesimi pek karanlık kılıveren, perşembe pazarından alınmışa benzer ucuz teller.

O ucuz telleri, nefesimi kesen yeni bileylenmiş bıçakla bir güzel ortadan bölünce işte, tam orada, yanyana dizilmiş o teller, sanki sarmala benzer bir şekil oluşturuyor, kesitlerinde minik yıldızlar parıldıyor. Sonra hiç önemsemeden bir masaya bırakıyorum kalın ve hafif tozlu halatı. Nefesim masada öylece dururken elime büyük, yeni kaplanmış defterlere geçirilen jelatinlere benzer şeffaf bir ambalaj kağıdı alıyorum, güneşe tutunca sanki güneş o hiç yokmuş gibi içinde süzülüp geçiyor. Güzel olduğunu düşünüyorum, ardını gösterir ama hava geçirmez. Hava içine sızmazsa halatın ne o teller pas tutar ne de içinden yıldızlar kaçar dışarı. Bu pek hafif, hava geçirmeyen ama güneşe çaresiz teslim oluveren jelatini birkaç defa açıyorum, rulo halindeyken nasıl da her yere sığar görünüyor, ama açtıkça, ruloyu hızla çevirdikçe sanki tüm gezegeni kaplayacak kadar jelatin birikiyor orada burada. Yeter diye düşündüğüm bir noktada usulca baş parmağımı basıyorum kenarına, biraz çekince, sanki yeni yıkanmış bir çamaşırı sündürüyormuşum gibi biraz uzuyor, bombe yapıyor sonra beklemediğim bir an, süte atılan kesme şeker gibi bir ses çıkıyor da bu belli belirsiz jelatin inceldiği yerden kopuyor, düşüyor elime sanki.

Jelatini yeni yıkanmış da ütülenmiş bir çarşaf gibi sallıyorum havada, jelatin kasetin içinden koparılıp sökülmüş manyetik bir bant gibi şarkılar söyleyerek uçuşuyor bir süre ve sonra sanki kendi avucunu öpermiş gibi, kendi boynuna dokunmak istermiş gibi, birdenbire kendi kendine tutunuyor, sıkı sıkı sarıyor diğer yanlarını. Üst üste binip kat kat yapışıyor kendine jelatin; sakince tutuyorum havada kalmış bir köşesinden ve sanki bir gözlük beziyle bir parmak izini siler gibi, tatlı tatlı, iz bırakmadan yoluyorum onu tuttuğu diğer taraflarından. Jelatin yine tek parça, sanki teslim olmuş bir asker gibi elimde yatmaya başlıyor, o öyle sakinken onu pek seviyorum, sıradan bir jelatini sever gibi değil de, çok özel, apayrı bir jelatini sever gibi seviyorum onu.

Sonra tüm sevgimden uzaklaşıp yine ciddi, yine kendin bilir, yine mantıklı, mühim işlerin peşinde dolanan bir baykuş gibi jelatini alıp yan yana getirip hiç kopmamış gibi bir yanılsama yarattığım halatın üzerine iliştiriyorum. Halat sanki kapana kısılmış bir yılan gibi önce hiç kıpırdamadan duruyor sonra hafifçe bir kıvrım yapıyor ellerimin altında. Sıkıca kavrıyorum, sıkıyorum, jelatin elimle halat arasında, sevilirken boğulan bir çocuk gibi, acı çekip de ses etmeyen bir hali var. Sıkıca tuttuğum halatı biraz havaya kaldırdığımda jelatinin boşta kalan yanları da sanki piknik masasına serilen beyaz üstüne yeşil kareli bir örtü gibi sola ve sağa sonra da aşağıya salıyor kendini. Bu pek kısa süren andan sonra sallanan yanlarını tutup çeviriyorum halatın üzerinde, bacağı kırılmış adamlara sargı bezi saran hemşireler gibi pek dikkatlice, sıkı sıkı, hava girmeyecek, yıldızların çıkmasına izin veremeyecek kadar.

Jelatin dönüp duruyor, turlar atıyor, her seferinde bir dalga daha yiyip gittikçe sersemleyen, her seferinde ayağının altındaki kumları daha zor bulan, derin sularda boğulan bir çocuk gibi jelatin, dönüyor, atlıyor, kapaklanıyor kendi üstüne, kendi kendine sarıldıkça daha altlarında artık dokunamadığı diğer yanları kalıyor, kendi üstünü kendisiyle örtüyor, nefessiz bırakıyor kendi kendisini, boğup duruyor sanki.

Sonunda, halat tam kesilen yerden yeniden tek parçaymış gibi görünecek şekilde bir araya gelmiş oluyor. Tutuyorum onu, sanki yarasından kurşunu çıkarılınca uykuya dalmış bir boz ayı gibi duruyor ellerimin arasında. Artık daha rahat nefes alıyorum sanki, artık kalbim de hızlı atmıyor, nefes almak güzel.

Güzel şeyler düşünmek, bademcik ameliyatı olup dondurma yiyen çocuklar gibi geçici oyunlar oynamak istiyorum. Öyle derin bir nefes alıyorum ki sanki o yeşillik daha bir yeşeriyor, içimde ormanlar bitiyor.

Ancak sonra hiç beklenmedik bir şey oluyor, hiç beklemediğim, beklesem de olmayacak diye düşüneceğim ama yine de hiç düşünmediğim, tasavvur etmediğim bir şey oluyor. Boğazıma bir şey sıkışıyor, sanki bir böcek diyorum, kıpırdıyor boğazımın tam içinde, korkuyorum, terliyorum birden bire, kalbim daha hızlı çarpmaya başlıyor. Boğazıma bir şey düğümleniyor sanki, çözüp atmak istiyorum, bir gıcık gibi oturup duruyor, pençelerini geçirmiş sanki diretiyor gitmemek için. Öksürmeye yelteniyorum, olmuyor, boğazımda bir şey var, boğazımda bir şey var diye kendi kendimi daha da korkutuyorum.

O anda elim masada duran bıçağa gidiyor, sanki boğazıma bir çentik atsam kurtulacağım diye düşünüyorum ama vaz geçiyorum, ondan da korkuyorum, boğazıma değecek her şeyden korkuyorum o an. Boğazımda kitlenen bu kara şeyden ölesiye nefret ediyorum, tiksiniyorum, istemiyorum onu orada, o orada durdukça onu daha da büyütüyorum düşüncelerimle. Git gide büyüyor sanki tüm boğazımı kaplıyor, boğazımda bir şey var, boğazımda bir şey var diye kendimi yeniden ve yeniden korkutuyorum.

Öyle bir an geliyor ki o an aklım sanki çalışmıyor da tüm vazgeçme gücümü bir defada toparlayıp harcamak istiyorum, teslim oluyorum, dayanamıyorum ve nefesimi kesiyorum. Nefesimi, kalın ve tozlu yeşil halatı bir hamlede ikiye bölüyorum. Bir yarısı elimde, diğer yarısı kendinden geçmiş gibi masaya düşüyor, içinden yıldızlar dökülüyor toprağa, siyah teller değiyor birbirine. Nefesim kesiliyor, ama boğazımı hissetmiyorum. Nefesim geçmediği sürece boğazım da yok sanki, içimi bir mutluluk kaplıyor, çaresizliğime, teslim oluşuma alkış tutuyorum, ne de güzel teslim oldum, nasıl da vazgeçtim her şeyden diyorum.

Kendime o denli büyük bir hayranlık duyuyorum ki kalbim hızlı hızlı çarparken bir an geliyor tekliyor. Nefes alamıyorum diye düşünüyorum, toprağın üzerindeki yıldızlara bakıyorum, bazıları daha derinlere sinmiş, kimisi üstte kalmış, kimisi sanki kırılmış, bazısı ağlar gibi, kalbim yeniden tekliyor, tek bir defada çok büyük bir acı yaratıyor göğüs kafesimde. Yere çöküyorum, istemeden, sanki biri ardımdan gelip de beni itmiş gibi, sanki diz kapaklarımı yerlerinden çıkarmışlar gibi, bir kerede yere çöküyorum, düşüyorum. Boğazımı tutuyorum, sanki sıcak, sanki soğuk, ellerim mi soğuk diye düşünüyorum, alnımda bir karınca dolanır gibi oluyor. Elimdeki halatı bırakmak istemiyorum, onu sıkı sıkı tutuyorum, başımı yukarı çeviriyorum, saçım topraklara değiyor, saçlarım hafif ıslak topraklara değince mutlu oluyorum; tüm bedenim zıplar gibi oluyor, ne olduğunu ben de bilmiyorum.

Yukarıdan başını balkondan aşağı sarkıtan bir çocuğun boynu duruyor, gözlerinden yıldızlar dökülüyor burnuma, göz kapaklarıma. Yeşil bir topun içinden sim yağıyor suratıma, hiç sesimi çıkarmadan, nefes bile almadan, ağzımı açıyorum, yıldızlar dudak kenarlarımdan zıplıyor, yuvarlanıyor, ağzımın içine doluyor yavaşça. Güneşi görüyorum, güneş git gide daha da parıldıyor, öyle parlak oluyor ki bir süre sonra artık hiçbir şey görmüyorum, karanlık daha da karanlık olmaya başlıyor, yıldızları da göremiyorum.

Her şey karardıkça düşünemez oluyorum. Sonra bir ıslık sesi duyuyorum. Güzel bir ıslık sesi, içimden ona eşlik ediyorum. İçimden ona ıslıkla cevap veriyorum.

9 Nisan 2010 Cuma

Kızıl saçlarını merakla beklerken



Blog naber?

Bu sabah "Herkes kendi kaderini yaşar yağrim, dünyadan sonra bir hayağt daha vağrsa" diyerek uyanmış olmam seni de benden tiskindirdi mi? Yok canım deme öyle, sen de pek yalancısın. Peki ya sen sevgili Bihter, senden naber? Bak o Adnan'a deniz manzaralı kabristan kenarında ettiğin laflarla beni bir kez daha hüzünlendirdin ama eve gelip Cemile'yi kovman olmadı be Bihter. Yapmıycaktın bunu, kötü oldu o hareket. Aslına bakarsan Cemile'yi de oldum olası hiç sevmedim ben, ne yalan söyliyim, ama şimdi bunlarla aklını karıştırmak istemem. Yani dediğim şu ki Cemile belki kendi kendine ölürdü ne biliyim asansöre binerken beynini duvara çarpıp çıkar giderdi hayatınızdan, keşke biraz sabretseydin, zira hepimizin kırçıllı beyni onun kötülüğü için çalışıyordu. Neyse hadi bunları geçelim. Zaten Nihal'in kobra sevdası bizi de en az senin kadar dumur etti, hakikaten istiyorum hadi demesi de Nihal'in onca zamandır kurduğu "şirin ve sempatik zengin ev kızı" imajını yerle bir etti, ayrıca yüzüne bakınca da hakikaten anlaşılıyo, zaten şeftali nerden bakarsan şeftali, öyle değil mi Blog?

Haydi onu geçtim, bugün pek verimli bir gün oldu Blog. Yine hayal dünyamda nasıl bir program yaptımsa 5 te başlayan fransızca sınavını 5i 10 geçe hatırladım. Alman ulaşım sistemine buradan sonsuz teşekkürlerimi iletmek istiyorum, 15 dakka sonra sınavdaydım. Hayır o kelimelerin orasını burasını yazmayıp hadi bu metni doldurun mantığında bi sınav yapmak hangi arkadaşın aklına gelmiş merak ettim doğrusu, yok iyi geçti, yani beklediğimden. B2 bence iyi, 3 tane fransızca seçtim, evet hem sözlü anlama ve ifade kabiliyetimi geliştirmeye hem de bilim ve teknik konularında fransızca araştırmalar yapmaya yeltendim, o fransa'da eğitimle ilgili olanı neden aldım bilmiyorum ama 2 kredi 2 kredi diye bir laf var Blog, bilmem biliyo musun? Evet Almancaları zaten aldım, hem bu sefer konuşma-yazma "training" dersi diğerinden 15 dakika önce, öyle eve gelip uyuya kaldım gidemedim mevzularına hiç girmiyorum. Bu dönem böyle, dilimi mümkün olduğunca kullanmaya karar verdim, sen de hakikaten baya komikleşmişsin görmeyeli. Yo - yo! Gereksiz yere proje almadım bu sefer, adam gibi bi tane proje aldım. O braun mraun dediğin şey de mühim bişi aslında, sen çok önemsemesen de. İyi hallettik sayılır, bitti biticek.

Bugün ayrıca naptım, tüm haftalık programımı bir kağıda aktararak ilkokul günlerimdeki gibi her dersi uygun renkte boyadım falan, öyle de ilkokul bebesi bir yanım var işte. Öyle deme, sonra unutuyo insan, bak daha bugün 5 teki sınavı 5i 10 geçe hatırladım, hatırlatırım. Yarın belki çikolata fabrikasına gidicez, gerçi nerde onu da bilmiyorum ama biliyoruz dediler, hiç bilenle bilmeyen bir olur mu Blog? Yok gidemezsek de çok üzülmem sanırım, çevirim var, Leipzig'li sanatçılarla ilgili, Leipzig'e ne zaman gidiyoruz? Peki yeni aldığım ajandamı kullanmak için pazartesi gününe "Vize işlemini hallet" diye yazmam ve sonuna ünlem işareti koymam? Bazen ben de kendime kıyamıyorum.

Tüm bunların yanında bu hafta her gün her sabah kırmızı portakal suyumu içtim, ha bana ne kattı dersen onu ben de bilmiyorum ama her yerde meyve olayına pozitif bakıyolar, vardır bi bildikleri diyorum. Yok öyle eskisi gibi günde 4 tost falan yemiyorum, sabahları 1 tost, abartmıyorum. Evet belki de hep bahar olsa daha bilinçli ve topluma faydalı bir insan olabilirim, ama olcak şey var olmucak şey var Blog.

Seni şimdilik tepmek suretiyle sevgiyle itiyorum, kendine iyi davran demekle dememek arasında gidip geliyorum onun yerine şöyle diyorum: bu mevzu ikimizi de aşar yarim, isyanlar çıksa aşıklar ayaklansa. Tıskıyt !

6 Nisan 2010 Salı

Timsah

Bir sokakta iri yarı kıllı bir kamyoncu ve dazlak genç bir adam yerde buldukları bir geyiğin kalbini deşiyorlardı. Ben ordan geçmedim. Ben burda böyle oturdum durdum, bütün geyiklerin sessizce kuytulara sinip beklediği bir geceymiş. İçimden üç tane taş çıkarıyorum, ona buna sokuvermek için. Yirmi sekiz diye bir sayı olması da hayli garip öyle değil mi?

Keşke görebilseydim herkes daha mutluyken bir de diyorum ki keşke durabilseydim herkes oraya buraya koşuşurken, dan dan diye seslerini duydum, kafalarını duvara çarpan çocukların. Canım bir hayli üzüm suyu çekiyor, hiç de sevmem. O yüzden şimdi içeri gidip dolabın ikinci rafında mahzun bir şekilde bekleyen üzüm suyunu, yok yok içmiycem. Dediğim gibi sokakta iri yarı kıllı bir kamyoncu ve dazlak bir genç adam yerde buldukları bir kuşun başını eziyorlardı. Dal sarkınca kartal kalkar mı ve peki kavaklıdere diye bir şarap markası var mıydı? Bütün gece bunu düşünmek ve google'a yönelmemek için iddialıyım. Onu bırak da bütün binaların sike benzemesi bazen sizleri de ürkütmüyor mu?

Ben şimdi uyumak isterdim mesela ama işim gücüm var. Dün dediğim gibi ve sonrasında da kendime güldüğüm gibi benim bir hayatım var. Bazen hani insan bişilere kanar ya, kandırılır ya, ben o anlar kanmamak için 45 e kadar sayıyorum. Bazen ben çok zeki bir insanım ancak 2 nisan kararları dahilinde salaklığımı da kabul etmem gerekiyor. Hey gidi hey, insan beyni ne kadar da uffacık bir şey! Bir avuca sığar, hatta sıksan suyu akar, pörçür, parmak aralarından yarı pembe yarı beyaz biraz sıvı biraz muhallebi kıvamında bir gözü kırmızıya bir gözü beyaza bakarak akar gider. Beyin lekesi çıkar mı ki, sana soruyorum kosla vanish! Ben şimdi biliyorum ki sarılarak uyuyan tüm insanlar şanslıdırlar. Sonra sabah olunca, güneş de daha yeni yeni ısıtıyordu sarmaşıkları, kamyoncuyu gördüm yerde boylu boyunca uzanmış bir timsaha sarılmış, uyuyor. Timsah derin derin baktı gözlerime, ama öyle değişikti ki gri mi desem cıva mı desem, garip bir soğukluk vardı gözlerinde. Ben görmedim timsahın dazlak adamı nasıl yuttuğunu, bir hamlede olmasa da birkaç hamlede gözden kaybolmuş olmalı diye düşünüyorum. Kamyoncu timsahı boğarken uyuya kalmış diye düşünüyorum sonra bunları boş veriyorum, boşa doğru bırakıyorum, boşlukta kalsınlar istiyorum öyle uzağa doğru bakarak sanki bir film yıldızı gibi ilerliyorum. Güneş tam yüzüme vururken gölgem tam arkama doğru asfalta düşüyor. Bir kartal geçse şimdi pek de güzel bir film sonu olur benden diye düşünüyorum.

Kağıda karalanmış bir afrika solucanı resmi görüyorum, silinmiş. Silinince izi kalmış ama sanki çok bastırarak çizilmiş hani bir sonraki kağıda iz bırakırcasına sonra o arkadaki kağıda kalemi hafif hafif sürtünce güzel bir kabartı oluşur, önceki çizilenin sanki negatif görüntüsü oluşur ya, öyle. Sonra bir kadın gelecek dediler, iri yarı ama pembe yanaklı bir kadın, o kadın herkesi kurtaracak dediler. Uyuyanlar ve uyumayanları, hepimizi. Sonra o kadın, dediler ki o kadın pek de bir şey bilmiyormuş. Acaba kadını gören olur mu? Kadını gördünüz mü, yanakları pembe, pek bir şey bilmeyen ama iri yarı güçlü kolları olan, hepimizi kurtaracak diyorlar onun için. Boş veriyorum, boşa doğru bırakıyorum, boşlukta kalsın istiyorum hepsi, boşlukta koşan filler görüyorum. Fill in the blanks.

Ha bir de sorum var, bin kere yıkanmış bir çarşafın içinde ısınmak için mi sevgiden mi yoksa kokusuna yenik düşüldüğünden mi hep yarı uyur yarı uyanık halde bekler insanlar? Merakımı bağışlayın, o bir şey yapmadı. Sonra işte ben de oradan gittim uzak bir yere doğru, tepede kartal vardı, güneş, sarmaşıklar bir timsah ve etrafta ölü geyikler, kuşlar, ezilmiş çiçekler, toprak üstünde toprak. Sonra işte ben oradan geldim buraya yakın bir yere, tepede lamba vardı, duvarlar, üzerine yastık konulmuş bir sandalye, bir çift terlik ve etrafta kırıntılar, kalem ve kağıtlar. Birkaç çift el ayak gördüm bir çarşaf içinde, birbirini seven kadınlar ve erkekler ve çocuklar ve bir kuzu ile kedi yavrusu. Pembe yanaklı bir kadın vardı sanki bir bekçi gibi kapıların önünde tek tek durmuştu, her kapıda tek tek öyle hızlı biçimde durmuştu ki gölgesini takip edemedim bile, her yerde iri yarıydı, her yerde bekliyordu; ekmeğim vardı yere çöktüm ekmek yedim. Üç beyazı bırakıyoruz diye düşündüm sonra. Hep böyle olacak dedi timsah sonra, hep böyle olacak.

Silsek de silkelesek de siniyor yine de. Simitlerin üzerindeki susamlar kendiliğinden mi duruyor yoksa fırıncılar simitleri önce bir güzel yalıyor mu diye sordum tam ağzımın ortasına hiç acımadan vurdu. Bir de sabah güneş öyle güzel doğuyor ki porno yıldızları gibi geriniyorum.

31 Mart 2010 Çarşamba

Sometimes stop, sometimes goo.


Well, I didn't tell anyone, but a bird flew by; saw what I'd done. He set up a nest outside and he sang about what I'd become. He sang so loud, sang so clear. I was afraid all the neighbors would hear, so I invited him in just to reason with him. I promised I wouldn't do it again.

But he sang louder and louder inside the house and now I couldn't get him out.

I trapped him under a cardboard box, stood on it to make him stop. Picked up the bird and battled with him. I said: "That's the last song you'll ever sing." Held him down, broke his neck; taught him a lesson he wouldn't forget.

But in my dreams began to creep that old familiar, "Tweet, tweet, tweet."

I opened my mouth to scream and shout. I waved my arms and flapped about, but i couldn't scream and I couldn't shout.

The song was coming from my mouth.

28 Şubat 2010 Pazar

Ben bu düşenlere kar demiyorum, ben bu karanlığa düş demiyorum

Blog, kesintisiz bir yağmur fırtına var burda. İnsan hayatında sıradan bir günün aslında başka bir insan için ne kadar mühim bir gün olabileceğini düşünüp durdum bugün, yani pek de mühim olmayan bir gündü diyebilirsin o zaman ben de sana derim ki öyle deme, bazen pek önemsiz görünen bir gün aslında pek de önemli bir gün olmuş olabilir. Gerçi sen o zaman bile inanmazsın bana, olsun, o da senin yanlışın olsun.

En güzel yerinde elektrikler kesildi her şeyin. Bu pek ala yumurta ile şekeri çırparken mikserin bozulması ya da müstehcen bir sitede seyrederken internetin kesilmesi gibi bir şey. İnsan önce bozuluyor, sonra kendini suçluyor sorguluyor. Acaba bu en son devirde çalıştırdığım için mi oldu, yok yok ben çok takır tukur yanlara vurdurtarak çırpıyordum, muhakkak ki ondan oldu; yaa, işte, interneti böyle amaçlar için kullanırsan böyle olur, yok yok kesin benim internetimi takip ediyorlar, geçen gün gene böyle olmuştu vs. Elektriklerin kesilmesi demek insanın ilk çağlara geri dönmesi gibi bir şey. Ani bir hüzün basıyor insana. Bir süre olay üzerine çeşitli gereksiz yorumlar yapılıyor: ay iyki de elektrikler gitti dimi, bak bir araya geldik - ay iyki de elektrikler gitti dimi, car car car televizyon başımı şişirmişti resmen, gibi. Halbuki feryat feryat inleyen bir ses bastırıyor o sırada tüm benlikleri. Elektriksiz geçen o dakikalar boyunca her seferinde saate bakıp son 3 dakikadır hala elektrikler gelmedi diye düşünmeye başlıyor insan. Allah kimsenin başına vermesin, çok fena bir şey.

O değil de blog, elektrikler gidince bana da bir şeyler oldu diyebilirim. Zaten hava olayları ile ruh halim arasında esrarengiz dengeyi daha yeni yeni kabullenmeye başlamıştım. Bir iki güldüm hoş sohbet ettim diye ve belki de bir yudum da olsa malibu içtim diye ablamların arabayı çalıştırıp el sallaması ile senkron biçimde tüm bölgenin elektrikleri 90'lı yıllarda indirimde bambu balkon oturma takımı bulmuş gibi bir anda gidiverdi. Bir süre durumu kabullenmeye, bir şey olmamış gibi davranmaya çalıştım. Ancak babamın - iyki de elektrikler gitti yau, açıklamaları ile hüznüm giderek arttı. Zaten tüm gün mal mal oturmuş olduğumdan içimde büyümüş bir vicdan azabı, işini yapmamış olmanın verdiği burukluk bir ateş topu olmuştu. Ben de koyverdim gitti. Yukarı çıktım, yatağıma girdim, histerik bir biçimde ağladım durdum. Ağlamak da pek sevilesi bir şey bazen blog. Yani ağladıktan sonra insana bir meleklik çöküyor, pek bir güzel, kaymak gibi bir şey oluyor insanın teni. Zaten farkına varmadan da sızmışım.

Gece yarısı bir an uyanıverdim. Dışarda haldır huldur bir rüzgar tüm sokaklara musallat olmuş dolanıp duruyor. Ev pek karanlık ancak yere yakın bir yerde o minik yeşil ışığın varlığı sanki inadına yeniden ve yeniden bulunan o umut ışığı gibi göz kırpıyor. Kalktım, bilgisayarı açtım. Aman ne güzel her şey, elektrik aslında bizi seviyormuş, o bizi koyup gitmezmiş.

O değil de blog, bazı bazı düşünüyorum da insanın tam kalbinin altında bir yer var, bazen oranın kapağı açılıyor, insanın içine ılık ılık bir kan boşalıyor ya da bir rüzgar esiyor da o kapak 3-5 saniyede bir tak-tık edip sağa sola vurup duruyor, her seferinde de insanın kalbi böyle sıkım sıkım sıkılıyor gibi oluyor. Buna bağlı nefes alamama durumu, ani bastıran ateş, her şeyi anlamsız görme, geçici bilinç kaybına bağlı "ama ben yani" şeklinde seyreden şoklar - tüm bunlar, gözlerde beklenmeyen bir acıma, vücutta ürperme ve koyvermeye bağlı titremeli ağlama şeklinde seyreden bir dizi belirti ile insanın az sonra çok güzel bir meleğe dönüşeceğinin işaretini veriyor. Bazen uyanınca hiçbir şeyin, hiç kimsenin, uyumadan önce durduğu yerde olmadığını görmek insanı fevkalade bir korkunun kucağına oturtuyor. O melek pek büyük bir hızla - alışmamış götte durmayan don gibi - bedeni terk eyliyor. Yavaşça dökülen pulların altından incecik bir kum dökülüyor, ayak parmaklarının arasından yavaşça süzülüp taşlara karışıyor. Sanki yeni ütülenmiş bir gömlek kokusu yarıyor havayı. O pulların altından, taş gibi, kalas gibi, biraz yumruk ve biraz da tomruk gibi, üzeri ince bir tüy tabakası ve yer yer daha kalın kıllarla kaplı, gülüşü ifadesi sesi olmayan tırmık tırnaklı, çelik bilekli, kafası her minderi yoracak kadar ağır, göbeği 3 gün boyunca masada unutulmuş bir bardak çay kadar soğuk, ne tutulası, ne sevilesi ne de anlaşılası, sevimsiz bir adam çıkıyor. Yalnız göz kapakları ve kirpikleri kıpırdadığından insan bir süre için bu heykele benzeyen yaratığı uzaktan süzüp tahlil etmeye, emin olmaya çalışıyor. Sonra yelek ceplerinden ve gömlek dikişlerinden çekirgeler çıkıyor, çekirgeler koşuyor, zıplıyor, her şeyi ısırmaya, bitirmeye başlıyor. Tenteler devriliyor, sandalyelerin önce minderleri yerinden çıkıyor, daha yere çarpmadan havada bir toza dönüyor hepsi. Köşe lambalarının uzun bacakları sanki pek yumuşak bir bezmiş gibi kıvrıla süzüle yere inerken lambalar patlıyor, önce çok geniş ufukları aydınlatan ve bu yaratığın gözlerinde yankılanan bu ışıklar sığınacak hiçbir yer bulamayıp yok oluyor, etrafa karanlıkla beraber çekirgelerden kalan ağır bir toz bulutu çöküyor. Tozlar yavaşça yere doğru inerken ilk defa bu soğuk ve iri adam sanki bileklerine is üflemişler gibi karanlık hareketler ederek ilerliyor, pek gitmeden hemen oraya, çekirgelerin diş geçiremediği büyük bir taşın üstüne çöküyor. Cebinden kara saplı, hiç ete kemiğe değmemiş, biley görmemiş bir bıçak çıkarıyor. Sonra, tüm korkulu gözlerin önünde, aniden, hiç beklenmedik şekilde, elini hızla, nefes alanlar nefesini veremeden, bir çırpıda yere vuruyor, yumrukluyor toprak ve toz kaplı zemini ve sanki anlaşmış gibi, sanki birbiri ile konuşup saatlerini ayarlamış ya da bir gösterinin senkron dansçılarıymış gibi, sarıya kaçan yeşil renkli çekirgelerin hepsi birden yere yığılıyor, hepsi ölüyor. Sonra bu soğuk ve bilekleri kömür kokan adam elini bir yunus başı gibi toprağa daldırıyor. Sanki bir ağacın köklerini arar gibi ya da eşyasını kaybetmiş bir çocuğun sıra altlarını yokladığı gibi, toprakların altını eşeliyor, eliyle bakınıyor, parmak uçlarıyla görüyor sanki ve buluyor. Bulup da çekiyor elini hızla, bir büyük patates çıkarıyor toprağın altından. Üzeri uzaktan gözle seçilemeyen minik canlılarla, sulanmış toprak kalıntıları ve bazı açılardan bakınca pek kısa süreler için göz kırpan parıltılarla kaplı, irice bir patates tutuyor adam kıtalar kadar iri görünen elinde. Sonra kara saplı, ete kemiğe değmemiş, biley görmemiş bıçağıyla bir kerede, gözünü ufuktan hiç ayırmadan, sanki her yanını ezbere bilirmiş gibi soyuyor patatesi. Patates, gittiği misafirlikte çok içip kendini kaybeden sabahleyin de bir yatakta çırılçıplak uyanan 19 yaşındaki bir kız gibi ürkek ve yine onun kadar taze ve ıslak, hala yavaş yavaş dökülen tozların arasında yeni bir güneş gibi parıldıyor. Sonra adam, üstü başı çekirgeler gibi kokan bu iri yarı, soğuk ve gözünü ufuktan ayırmayan, sessiz adam sanki on yıldır hiç yemek yememiş gibi bir kerede atıyor patatesi ağzına. Patates sanki yuvarlanarak top edilmiş yumuşak bir peynir gibi eriyor dişleri arasında adamın. Etrafa sular, tükrükler ve salyalar sıçrıyor. O tükrükler yere değip de işitilemeyecek sesler çıkarmadan etraftaki tüm gözlere bir acı çöküyor, ovuşturularak geçmeyen, pek kaşınan yerler gibi kaşıdıkça daha kaşınan, ovdukça daha ovulmak isteyen bir his çörekleniyor. Etrafta bekleşen gözler iyice yuvarlanıp tastamam kürelere dönüşüyor, eller ve kollar içeri çekiliyor, inceliyor; çelimsiz bacaklar ters yöne katlanıyor, karın boşluklarından iri yarı dikenler gibi uzuvlar fışkırıyor. Herkes tarlalar gibi sarı yosunlar gibi yeşil, parmak iriliğinde çekirgelere dönüşüyor. Çekirgeler koşuyor, zıplıyor, her şeyi ısırmaya, bitirmeye başlıyor; önce ölü çekirgeleri, sonra tentelerden sandalyelerden ve lambalardan kalanları yutuyor çekirgeler. Sonra biri adamın üzerine doğru zıplıyor, kıllı göbeğinin bir katına isabet ediyor dikenli ayakları, ısırıyor. O göbeği tüm dişlerinden kan getirircesine sıkı sıkı ısırıyor, başka çekirgeler düşüyor adamın üzerine, saçlarına, göz bebeklerine, kirpiklerine, avuç içlerine, diz kapaklarına. Bir vakit sonra adam yemyeşil bir tepe gibi kalıyor boşluğun ortasında. Saatler içinde tepe yavaş yavaş ufalıyor, eriyor, bitiyor. Bir izmaritten daha ufak bir birikinti kalıyor geriye. Adamdan geriye leş gibi kokan bir izmarit kalıyor sanki.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Wir haben einen neuen Onkel


Bugün uyandım bir güneş bir güneş, dedim yahu bu nedir böyle? Mutfak falan resmen ısınmış, camları açtım, bünyem sıcağa alışık değil sonuçta, dedim ne bu Ekvator gibi, nerde avrupa ruhu, nerde avrupa havası? Hemen evi güzelce soğuttum.

Sonra işte ablamla konuştum. Kendisi en son görüşmemizden bu yana hamile kalmış, hıhı evet bend e aynen öyle dedim, yok artık dedim. Ama sonra işte çok heyecan yaptım, evde salak salak dolandım durdum. Acaba piyano kursuna gitmeli mi yoksa asıl mühim olan cebir dersleri mi, ayrıca fen bilgisi dersini sevmezse ona ne demek lazım falan. Şimdi bunlarla ilgili uzun bir liste yapıp hepsine çözümler bulmam lazım. Fena halde hayal dünyamdayım. Aklıma da bu reklam geldi. Bunu ne zaman görsem baba olduğumu falan hayal ederdim. Dayı olarak da uygun bence. Gerçi ben hep kız babası olurum ama oğlan dayısı olurum diye düşünmüşümdür, o pek engebeli hayal dünyamda.

Her ne ise tabi mühim olan sağlıkmış, ne çıkarsa çıksın sağlıklı çıksın hakaten. Burdan tüm sevgili bebeklerimi gıdıklarından öpüyorum. Adeta yaşlandım bugün.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Yaşamın fevkalâde bir albenisi var

Sıçmışım ben


Sevgili Bihter,

Her ne kadar paytak paytak yürüsen de ve asla ağlayamasan da aslında sen pek çok şeyi ifade ediyorsun hepimiz için. Sen en son dedin ya, hadi ben adnan'ı seviyorum da ya sen? sen nihal'i sevmiyorsun, çok üzülüyorum sana dedin ya, fekat sen ne kadar mantıklı ama bir yandan da ne kadar mantıksız bir şey dedin Bihter. Seni sen yapan da bu mantıksız mantıklı halin.

Aşk sevgi zart zurt her neyse, senin parayı pulu, onuru gururu bir kenara atıp da sonra bir de içip içip adnan'a gittiğin günü anımsıyorum. O talihsiz kaza olmasaydı belki de pek daha güzel olurdu. Ama olur muydu diye de düşünmeden edemiyorum Bihter. Hayır yani o zaman belki sonunda bir şeyi inat edip isteyip peşinden gitmiş olurdun, ama sen de pekala sıçabilirdin Bihter. Şimdi alnına incik boncuk takıp sosyetik davetlerde dolanıyorsun, hiç de sesin çıkmıyor mesela. O zaman nolurdu, hoş olmazdı bence. Ama işte o zaman olcaklarla şimdi olanlar arasında negatif değerler açısından bence pek bir fark da yok. Tabi biliyorum endişeleri de oluyor insanın, Behlül iti ne yapar, ona güvensen mi güvenmesen mi? Ama onu da bizden kılan bir türlü güvenilir görünememesi değil mi? Hangimiz pek çok güvenilir görünüyoruz ki yani? Bu durumda onu da pek yargılamamak gerek diye düşünüyorum, mamafih Nihal'i de bu şekilde kullanıyor gibi olması bizleri üzüyor. Sen her seferinde bir laf edip gıcık ediyorsun ikisini de biliyorum aslında engel olamıyorsun kendine sanki kötü bir şey ediyorsun gibi görülüyor, halbuki iyi bir şey yapıyorsun. Ancak seni bastırıp durduğumuz bilinçaltı gibi sindirmeye çalışıyoruz. Bihter bir nevi sınıfta herkesin merak ettiği ama soramadığı o aptal soruyu sorup azarı yiyen öğrenci. Herkes onun o şeyi yapmasını bekliyor ama sonra da cık cık cık ne kadar da şöyle böyle diyor. Ben burdan herkese seslenmek istiyorum: N'aber?!

Bihter, o değil de, benim içim bir fena bugün. Aslında bir yanım çok zeki çok akıllı ve güven dolu olmak istiyor. Bir tarafım yeni denizlere yelken açmak istiyor. Bir tarafım bok yeme, kır kıçını otur diyor. Yani bir yandan aslında hem aşığım, hem seviyorum, hem huzur buluyorum, hem güveniyorum, hem de kestirip atıyorum, göremiyorum. Arada kör gibi oluyorum, bazı şeylerle bazı şeyler birbiriyle hiç uyuşmuyor, bazı şeylerin yeri dolmuyor, bazı şeyler o kadar sert ve güçlü ki zaten kıramıyorum. Biliyorum, haklısın, doğrudur. Ama geçen gün ismimin kuantum analizini de yaptırdım o R harfi kararsız yapımı oluşturuyormuş. Bak sende de var R harfi. Beni daha iyi anlarsın o açıdan. Aslında kararsız değilim. Sadece çok fazla şey hissediyorum. Kötü bir şey aslında insanın bu kadar çok şey hissetmesi. Sonunda derler insana bre ne gavatsın, orospusun! Halbuki sade vatandaşım ben de. Herkes gibiyim. Sadece beceremedim bazı şeyleri, nedense öyle oldu yani. Kötülüğümden itliğimden de değil, ama beceremedim altından kalkamadım diyelim. Öyle şeyler hissediyorum ki bir akşam tüm dünyayı çözüveriyorum. Ertesi akşam işte böyle zöm zöm duvara bakıp ağzıma sıçsınlar diyorum. Hani hayat güzel bir filmin sonunda müzik çalar, insanlar kırgın üzgün bozuktur ya biraz ama bir yandan da böyle bir umut vardır, ulan her şeye rağmen böyle oldu, sikerler ya diyip kendi kendilerine gülerler, işte öyle bir şey olsa hep aman ne güzel. Ama işte hayatta öyle anlar nadir, yoksa sürekli film sonunda yaşardık Cast yazısını okur dururduk. Hayatın geriye kalan kısmı işte o filmdeki çaresizlik anları, acılar, büyük sıçışlar, göt oluşlar, kavgalar vs. böyle şeylerle dolu. Yok Bihter'cim hayattan yoruldum demiyorum, ne alaka. Aksine hayatı böyle tadını çıkararak yaşamak istiyorum. Ama ne yapsam olmuyor, doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyor. Böyle diyim ben sana, sen Behlül'ü düşün ağla.

Dediğim şu ki herkesin hayatında bir Adnan Ziyagil yok sırtını yasladığı. Bazen pek yalnızız. Her kararı şuncacık aklımızla almaya kalkıyoruz. Karar almak da ne boşa bir iş, hissetiklerinle yaşamaya çalışmak da ne kadar yorucu. Zaten onca şeye kafa yoracam, mantık patlatıcam derken bir bakıyorsun pek hissizleşmişsin. Mantığın da böyle bir etkisi var işte, narkoz etkisi yaratıyor. Sonra işte o bilinçsizlik anında, aslında bir idealar dünyasında iken, hayaller içinde fingir fingir dolanırken, pek zekice çıkarımlar yapıp, evet abi ben bunu istiyorum şu şöyle olacak bu da böyle diyiveriyor insan. Ama bak şimdi anladın dimi, insana kızamayız zaten yarı baygın yarı ayık bir halt etmiş işte. Ama diyeceksin ben onun zıpçıktılar kadar ayık halini de biliyorum, bak orda haklısın, doğru de ciğerimi ye. Ama Bihter, fena halde sıçanlar nereye gider? Yani aslında herkes aynı şeyi yaşayıp duruyor, bir yerden bir yere bir şeyden bir başkasına birinden öbürüne kendini savurup duruyor. Her seferinde hah bu derken hakaten de ne oldu şimdi ya diyip mozarıyoruz. Karnım da aç Bihter, anlıyorsun değil mi, saçmalamış olmayayım yani. Seni de sıkmak istemem.

Her ne ise, ben sende insanı gördüm Bihter. Çok da net. Bazıları pek kibirlidir Bihter'de bir gıdım kendilerini göremeyebilir onlar. Ama gün gelir onlar da anlarlar seni. Boş ver, o da onların kaybı olsun şimdilik. Bir ara Soho'da buluşsak diyorum, üçbeş konuşuruz.

Seni seviyorum

Onur

P.S: Bir de o Behlül'ün tee ne zaman ettiği lafı Behlül'e tekrar ettiğin an bence her şeyi özetliyor. Herkes aynı duruma düşebiliyor hayatta. Yok yere yaygara ediyoruz.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode IV



Ben küçükkene, kasetler vardı. Hatta baya bir süre boyunca da kasetler hep oldu, sonra tam ne zaman bilmiyorum ama ben liseden üniversiteye doğru geçerken kasetler bir şekilde birdenbire yok oldu sanki. Belki hala satılıyordur ama alan var mı bilmiyorum. Ama işte bahsettiğim dönemde kaset bir nevi CD idi. Hem korsan olayları da pek yoktu, anca çekme kaset, karışık kaset falan vardı, ama o bile tadındaydı. Kaset alırdık. Ben kaset almak için para biriktirirdim mesela, hatırlıyorum.

Evde bizden evvel alınmış kasetler de vardı tabi ki. Orhan Gencebay kasetleri nüfus olarak önde geliyordu, annem pek severmiş. O yüzden Orhan Baba'nın kasetlerine pek dokanmazdık, onlara bir şey olursa annemin gazabından kaçmak çok zordu çünkü. Onun yerine Shirley Bassey, Muazzez Abacı, Adnan Şenses kasetleri ile eğlenirdik. O dönem tabi ki evimizde CD çaları olmayan bildiğin dandirik teyp vardı. Teyp çok mühim de bir şeydi, her evde mutlaka vardı. Neden bu kadar nostaljik gibi yazıyorum çünkü bizim evde artık bir teyp bile yok. Bildiğin yok. Kasetler gizli yerlerde istiflenmiş duruyor ama çalmak istesen bir teyp yok işte. Walkman'lerin hepsi ağır travmalar geçirerek eyvallah demiş. O açıdan kaset denen olay bir anda pek çok uzak bir rüya haline geldi. Her ne ise, dediğim gibi kasetler eğlenceli şeylerdi bizim için. Pek sıklıkla bir kaseti başka boş bir kasete çekerdik. Birini sola birini REC düğmesi olan diğer kısma yerleştirir sonra da solu sağa kaydederdik, çoğaltırdık, çekerdik - evet gençler kopi-peyst gibi bir şey. Bu arada bir de teybin hızlı çekme modunu açtık mıydı, işlem birkaç kat daha hızlı gerçekleştiğinden şarkılar hızlı hızlı çalardı, şarkıcılar minik sıçanlar gibi tiril tiril hızla söylerdi şarkıları. Aman pek de komik olurdu, he, gülerdik. Bir nevi Alvin and the Chipmunks tarzı eğlence anlayışı diyebiliriz. Pek çok kaseti bu şekilde eğlencemizin kurbanı olarak seçip telef ettik. O dönem babamın da Zeki Metin kasetleri vardı. Zeki Alasya - Metin Akpınar (ki bence Zeki Metin, Metin de Zeki olmalıydı, o isimler öbür türlü daha mantıklı) bu ikilinin tiyatrolarının ses kayıtlarını dinlerdik arada evde, yahut arabada. Her seferinde de gülerdik falan filan. Ah ne günler! İşte bir gün - o sıralar Tarkan'ın A-acayipsin albümü çıkmıştı - böyle kapkara bir kaset, üzerinde de beyaz harflerlen TARKAN A-Acayipsin yazıyordu - biz de boş vakitlerde Tarkan'ın bu albümünü çeşitli kasetlere çekip duruyorduk. Ancak bir gün fena bir şey oldu, babam zeki-metin'in Yasaklar adlı oyununu dinlemek istediğinde kaset her seferinde yuağ dı best, yuağ dı tap diyip durmaya başladı. Babam birkaç kez kasedi çıkarıp dikkatle üzerine baktı, emin olup yeniden taktı ancak kaset yollara gül döküyor, azaptaki şeytanlardan bahsediyor, unutmamalı diye bir de ekliyordu. O gün fena bir sopa yediğimizi ve "kasetten kasete çekiyorum oyh çok eğleniyorum" adlı oyunumuzun son bulduğunu hatırlıyorum. Hüzünlü bir hikayedir çocukluğum.

Hatırlıyorum, evdeki tek tük zamanımıza ait kasetlerden birisi de tabi ki Sezen Aksu'nun Sezen Aksü Söylüyor adlı albümüydü. Pembe bir kasetti üzerinde Sezen'in imzası vardı. Pek çok sene geçirdik o kasetle. Yandan çarklı Adavapuru nedir diye çok ama çok fazla düşünmüştüm, yıllar ve yıllar sonra Adalar'a giderken anladım Adavapuru neymiş, yanlarına da baktım ama çark göremedim, olsun. Lüküs kamara neydi peki, müslüman yahudi ve o hiç bilmediğim URUM niye o vapurdaydılar? Ada yeli neden estirirdeydi? (de bağlacının yanlış kullanımı için lütfen dilbilgisi kitaplarınıza bakınız) Bir de mesela pek sevdiğim komik mi komik böyle içimi gıcıklayan bir şarkı vardı, beni kategorize etme diye. Aman ne çok severdim, neredeyse motto yapmışım hayatımda sonra bunu, yeni fark ettim. Demoranize etme beni deporotize etme herişten kaçağn olduğm beni iregarize etme diye bilirdim, evet pek de bir şey anlamazdım. Ama Sezen zor anlaşılırdı, bir Lacan'dı Sezen o dönem bizim için. Pek çok evde vardı bu albüm, herkes en az bir parçasını bilir. Nice çocuklar vardır çocukluğun en güzel yıllarında "Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde, gidiyorum kokun hala üzerimde" diye dolanmıştır evde yok yere. Beni en çok dumura uğratan şarkı ise İstanbul Hatırası idi. O şarkıdan açıkçası hiçbir şey anlamadım yıllar boyu. Hatta daha geçen yıllarda anladım ben o şarkıyı desem yalan olmaz. "Bir eski resim duvarda, belki Beti belki Pola, Markiz'de oturmuş sakin seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla" bence birçok lise öğrencisi için bile hayli "nansens" bir anlatım. Ayrıca güz diye bir gün yok, sepya da mevsim değil. O dönem hayli realist bir anlayışa sahip minik beyinlerimiz için bu ilk kez Dali görmek kadar ürkütücü bir deneyimdi bence. Her ne halt ise işte, gene de o albümle pek güzel günler geçirdik hepimiz, anlamasak da yarım yamalak bilsek de dediklerini, mühim olan müzikti, şarkı sözlerinde emo emo gezmezdik, "yürüyakulum" bir cesaretle uydurur uydurur söylerdik her şeyi. O dönem bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz şarkı sözü yoktu o yüzden. Ne sorsalar bilirdik.

Tabi ki Sezen Aksu bir devrin değil birçok devrin kadını olduğundan onun o dönemden de önce pek mühim eserleri vardı. Karşı apartımanda oturan Sezin Abla'da Sezen Aksu'nun tüm albümleri vardı mesela. Ne korkutucu bir şey, tüm albümlerine sahip olmak bir şarkıcının, hayal bile edemezdim her albümü yahu, hepsi mi, tümü mü? Pek garip gelirdi. Bir gün ablam arkadaşından Sezen Aksu'nun 78 yılına ait Serçe albümünü getirmişti. O aralar annemler evde Bülent Ersoy'dan Ablan Kurban Olsun Sana falan çaldıkları için Serçe albümü bir nevi yeni bir soluktu bizim için. İşte o albümde bir parça vardı ki beni küçükken çok etkilemişti. O şarkıyı geri sarar sarar dinlerdim. Sezen Aksu Şinanay diye şarkılar söylese de aslında çok eskiden, çok hüzünler yaşamış, çok acılar çekmiş bir kadınmış da bu şarkıyı o zaman söylemiş, ama kimseler hatırlamıyormuş, ben de gizli bir günlük gibi bulmuşum onu da okumuşum gibi, ah sezen vah sezen, ben sana kıyamam diye üzülürdüm. Onun derdini kendi derdim ilan etmiştim. "N'olur sormasınlar bana, nolur söyletmesinler derdimi, saklarım ben onu kendime, yerim kendi kendimi". Kaç yıl geçti aradan, cümlesi bir kalıp olarak beynime işlenmişti zaten. Bir de merak ederdim, kaç yıl geçti acaba diye, ancak bu benim saf bir çocuk olmamdan ileri geliyor olsa gerek.

Sonra işte Levent Yüksel çıktı piyasaya, Sertab Erener geldi, Yonca Evcimik falan. Kasetlerimiz çoğaldı. Böyle öyle çok oldu ki yanyana dizip sayar dururdum ben. Ne günler. Bunlar yanında tabi ki bir temel taşı niteliğindeki Coşkun Sabah - Anılar albümü de evde sık sık çalınırdı. Adnan Şenses ise annanem geldiğinde dinlenirdi. İlginçtir ki o dönem 3 nesil aynı şarkıları dinler mutlu olurduk. Şimdi benim dinlediğim annem için gürültü, annemin dinlediği benim için ofsayt olabiliyor. Bu açıdan da kasetlerin mühim olduğu o dönem nostaljik sayılabilir işte.

Buradan da nereye geliyoruz tabi ki radyoculuk dönemlerimize. Artık biraz daha büyümüşüz, kasetten kasete çekim yapmak haz vermiyor, verse de götümüz yemiyor, ancak kayıt, müzik, ses, şov, bunlar hepten bizi heyecanlandırıyor. Babam bize sesimizi kasete çekmeyi öğrettiği gün aslında bir çocukluğu kurtarmıştı da farkında değildi. O günden kelli gündüzleri araba, meşe, taso, saklambaç oynarken geceleri tüm dünyanın yıldızı radyo dj'leri oluyorduk. Bir nevi iki yaşamı olan çizgiroman kahramanları gibi yoğundu hayatımız. Her programı çok ilginç konularla açıyorduk, telefon görüşmeleri, aralara alınan günün en çok istek alan parçaları, her şarkı ile ilgili ilginç yorumlar, her konuk için farklı seslendirme teknikleri, neler neler. Radyoculuk ileride yapmak istediğimiz tek şeydi. Çocuklar yok yere doktor, avukat ve mimar olmak isterken biz radyocu olup "paranınamınakoymak" istiyorduk, diyebilirim. Zaten daha sonra Beyaz radyo şovunu dinlemeye başlamıştık, sonra Ayça Şen Başkan gelmişti hayatımıza. Her gün deli gibi dinler geberip altımıza sıçana kadar gülerdik. Radyo, kaset, müzik, şov - bu renkli dünya - bize yaşama hevesi veriyordu, diyebilirim. Yani anlayacağınız ben ne istersem diyebilirim. Bu benim blog'um, ayağınızı yorganınıza göre uzatın.

Bundan sonra zaten telefon denen mucizeyi keşfettik, telefon şakalarıyla pek çok zaman heba ettik. Ancak bu da bir başka hikayedir. Hayli dırdır ettim. Kaçıyorum, sizleri gıdıkaltınızdan öpüyorum.

Creme Brulee vs. Jello



Kimmy: How's he?
Julianne: Well, he's sort of wondering why you haven't told your parents that the wedding's off.
Kimmy: Well, I'm still hoping for a miracle, I suppose. I mean, how could he think that my father and I would do such a thing?
Julianne: Only a minor insight, you understand. Maybe Michael couldn't commit to this marriage so he created a delusion, produced an unconscious, psychosomatic manifestation of... I'm better with food. Okay, you're Michael, you're in a fancy french restaurant, you order... creme brulee for dessert, it's beautiful, it's sweet, it's irritatingly perfect. Suddenly, Michael realises he doesn't want creme brulee, he wants something else.
Kimmy: What does he want?
Julianne: Jello.
Kimmy: Jello?! Why does he want jello?
Julianne: Because he's comfortable with jello, jello makes him... comfortable. I realise, compared to creme brulee it's... jello, but maybe that's what he needs.
Kimmy: I could be jello.
Julianne: No! Creme brulee can never be jello, you could never be jello.
Kimmy: I have to be jello.
Julianne: You're never gonna be jello. Now you have to come clean with your parents, because if you're waiting for that "Do you take this man" part, it's considered poor form.

16 Ocak 2010 Cumartesi

14 Ocak 2010 Perşembe

10 Ocak 2010 Pazar

aba habiş gezagt, ona yük olmamak için

jönepapör dödir kötümfepör, avektonespuar e ton gransans dölonör. tümdonanvi dötudetrüir, dötaraşe, löbosurir e memösa nepapurkua jömösan kupabl, sesalöpir.

ve fevkalade bir gürültü var içeride, arjantinyen arkadaşların bağırarak konuşma takıntıları her tür lisan için geçerli imiş, fena ingilizceleri bağırdıklarında daha bir fena sanki ve kızların "mayboyfirend iz bilek" açıklamalarına oğlanların "bilek or braun?" soru çeşitlemeleri ile eşlik etmeleri beni uçsuz bucaksız düşüncelere sevk etti.

az önce bir ayrişpab'dan geldim, layvmüüzik için 2 buçuk avro verdim, tek eğlenen de gitar çalan adamdı kanaatimce. müzik öyle pek çoktu ki hiçbir şey söyleyesim gelmedi hiçbir kimseye. uzun bir süre boyunca sessiz durmak uzun bir süre boyunca anlamsız yere ingilizce egzersizleri yapmaktan daha iyi geliyor gene de bünyeye. ben ki zaten yok yere konuşmaktan hep çekinmişimdir, böyle vakitler iyice bir susasım geliyor. ben de işte öyle yaptım, sustum falan, biraz sandalye üstünde çaça yaptım salsa yaptım, hiçbir şey keyif vermedi. dışarda zengince kar yağıyordu, almanya'da patatesten sonra en çok kar varmış anlaşılan, bol bol serpiliyor etrafa. suğn dis pileys vil bi tuu sımol - pek tabii ki.

pek garip haller içindeyim şu sıra, öyle ki ben bile unutmuşum bunu. türkiye ziyaretimden sonra burdaki yokluk halini nedense kabullendim. orası kendine özgüymüş, orda varsan varsın yoksan yokmuşsun; misafir olarak bulunmak pek dokunuyor insana. bir de fena halde kırgınım kendime, amma velakin geçecektir. ben bir itlik eder affettiririm kendime kendimi.

yalnız aklıma takıldı bu insanlar neden böyle çılgınca çok anlamsız şeylerden bahsedip eğleniyorlar? bütün eğlencelerimiz böyle mi sakın? üzüldüm şimdi. kendime dışardan bakmamıştım hiç, bu kadar saçma sapan laflar edip her on beş saniyede bir grupça gülüyor muyum ben de kalabalık partilerde? belki de benim huysuzluğum, odamda pijamalarımla kapının ardındaki kalabalığa çemkiriyorum - bilemedim.

sanırım asıl sinirimi bozan şu an karnım aç ve o kalabalığa girip sürtünerek mutfağa ulaşıp birkaç tost ekmeği ve biraz peynir almak bana überalles zor geliyor. burda oturup kalabalığın ve gürültünün gitmesini de beklemek benim gibi pek sabırsız bir insan için hayli tırnakkemirtici bir durum. her ne ise, hiçbir şeyin bir şey ifade etmediği bu güzel ikibinon başlangıcında hiçkimse için bir şey ifade etmediğimi farz ederek hiçbir şey yapmadan oturup durmaktayım.

tabi ki en kısa zamanda emo olmaktan vazgeçeceğim, ama şimdi saçlarımı öne doğru yapıştırıp web cam'de fotoğraf çalışmaları yapmam lazım.