30 Aralık 2009 Çarşamba
hızla kilo vermek için yavaşça saçmalamak
köy köy dolaş yaz avucuna; koy başucuna. adam mısın lan sen? türk müsün yoksa? insan mısın can? allahsız mısın? aşk mısın yoksa aşık mısın can?
kahve için su koydum; artık bu şehre doydum. kendime zor bir şey sordum: bu dünyaya ne yapmaya geldin can?
dünya böyle diye suscan mı can? sazını eline alıcan mı can? köy köy dolaş yaz avucuna; koy başucuna.
adam mısın lan sen? türk müsün yoksa insan mısın can? allahsız mısın? aşk mısın yoksa
aşık mısın can?
29 Aralık 2009 Salı
11 Aralık 2009 Cuma
05:38
30 Kasım 2009 Pazartesi
26 Kasım 2009 Perşembe
Cuxhaven
Tren garında iki tip tren saatlerine bakıyoruz. Ben zaten hanidir yukarda bi yerlere gitmek istiyorum. Sonra info'daki adama sordum ken yu spik ingliş dedim eaooıı yee ıı lidıl bit dedi, dedim olsun amca o da yeter ben yavaş konuşucam korkma. Dedim biz Cuxhaven'a gidicez ilk treniniz kaçta, dedi şimdi ben tam bilemiyorum bi bakıyım, baktı, dedi yalnız tren işte şu saatte ama en son Bremerhaven var bugün, sorry dedi. Dedim üzme kendini böyle yapma lütfen, olsun, senin hatan değil ki. Bize bi kağıt verdi üstünde trenler saatleri gittikleri yerler. Baktım ama Cuxhaven'a giden tren var yani. Sabah 5 te falan bi tren var görünüyo. Dedim tamam 9 39 trenine binelim gidelim işte, Murad da dedi bana uyar, dedim ohoo bana baya baya uyar, yok dedi en iyi bana uyar, dedim yapma bana tam gelir bu. O şekilde hemen gittik Burger King'den bişiler aldık koşarak trene atladık. Ondan önce tabi info'da bi kadın bulduk ona da sorduk, ki onun ingilizcesi daha iyiydi, dedi Bremerhaven'da bakın 4 saat beklemeniz lazım. Dedik ne fark eder, gezeriz yani, dedi siz bilirsiniz, dedim tamam bebeğim sen de üzülme şimdi lütfen. Bindik biz trene.
Önce Hannover'e geldik trenden indik şöyle bi etrafta döndük sonra gidip sıcak çikolata aldık. Sonra orda bi aburcubur makinesi vardı, baktık birisi cips almaya çalışmış ama cips takılmış kalmış. Murad dedi benimle aynı şeyi mi düşünüyosun, aynı amerikan filmlerinden bir replikti, ben de hemen amerikan filmlerindeki gibi evet dedim. Sonra hemen bişiler düşündüm. Neyse sonra anladım zaten ne düşündüğünü hemen bi 50 cent çıkardım, attık, 11 e bastık, önce takılan cips düştü sonra arkasındaki cips de düştü. O an Avrupa'yı fetheden Türklerdik biz, çok gururluyduk. Cipsleri alıp Bremen trenine bindik. Trenler de bomboş zaten kimseler yok vagonlar bizim, yayıldık iyice.
Bremen'de indik bi sonraki trene 10 - 15 dakka falan vardı. Ben bi dışarı çıktım baktım falan ama pek de bişi göremedim. Sonra girdim gittik diğer treni beklemeye. Sonra tren geldi ama azcık gecikti, bu bizi çok üzdü, Almanya'ya bunu yakıştıramadık diyebilirim. 15 dakikalık bu rötardan sonra trendeki yerlerimizi aldık. Tren laylaylom giderken biz de hafiften düşüncelere dalmışız acaba bu önümüzdeki 4 saatte neler yapsak diye. Sonra tren Bremerhaven'a doğru giderken farklı yerlerde durup yolcu indirdi. O ara korkmaya başladık. Her durduğumuz yer biraz daha ormana benziyordu. İlk önce gar ortamı yok oldu, sonra oturaklar gitti, sonra ağaçlar geldi, hatta en son bi durakta etrafta kuru kafalar ve domuzlar vardı diyebilirim. Bi şekilde Bremerhaven'a geldik ama trendeki son dakikalarımızı hatırlıyorum, cama yapışmışız, abi ışık yok, göremiyorum, o ne, o bi ağaç mı? Allah kahretsin sıçtık şu an, orman burası, napıcaz şeklinde yarı ağlamaklı bi haldeyiz. Sonra indik bi baktık solda ışıklar var böle bikaç bina var, Murad'ın o acıklı cümlesini duydum o an işte, abi uygarlık! dedi. Hakaten de sol tarafta yaşanılan yerler vardı, sevindik. Hemen aşağı indik, ama aşağı inerken hafif bir hayal kırıklığı yerleşti içime. Öncelikle alt kata giden merdivenlerin ven bekleme salonları, kafeler ve dükkanlara açılacağını düşünmüştüm ama sadece bir boşluğa çıktık. Bisiklet park yerleri boştu. Duraklar boştu. Evlerin ışıkları kapalıydı. Her yer terk edilmişti gibiydi sanki. Sonra arkamızdan gelen iki kadın vardı ben hemen dünyanın en kibar insanı oldum ve en az 1 metrelik bir mesafe bırakarak (yani gece yarısı Alman insanını korkutmamaya çalışarak) Eksküyz mi, dedim. Dedim biz şimdi buraya bu trenle geldik, saat de bakın 1. Şimdi elimizdeki kağıda göre bi sonraki trenimiz 5.12'de kalkıcak. 4 saatimiz var. Burada oturabileceğimiz bi yerler, ne biliyim bi kafe bişi var mı, ne tarafta falan diye sordum. O sırada işte kadının suratı sürekli daha umutsuz daha üzgün ve daha korkutucu bi hal aldı. ÖÖÖÖ, dedi ilk olarak. O "ö" yü asla unutamıycam, buralar yani, nası desem, burda bişi yok ki, dedi sonra. Diğeri de arka tarafta taksi durağı olması lazım onlara sorun ama buralar böyle boştur şu an dedi. Kalbimizi kırdı yani, eline aldı ve böyle sıktı büzüştürdü sonra da kaldırım kenarına fırlattı. Biz de bari merkeze gidelim merkezde kesin ama mutlaka bi yer vardır diye düşündük. Gecelerin bitmediği bi şehirden geldiğimiz için bize göre daima açık bir bakkal açık bir kafe vardı yani. Olmalıydı.
Ama yokmuş. Hava da fena soğuktu, ben de nedense o gün çok kalın giyinmemeye karar vermiştim, ne akılsa. Sonra önce bi mc donalds bulduk, o an tanrı'ya teşekkür ettiğimi hatırlıyorum. Tanrı'da hemen bi yanıt gönderdi zaten, şöyle yazmış:
"Hehehe, bi dakka ya nası yani inandın mı, bu mc donalds Drive In hizmet veriyo, ayrıca şu an kapalılar, sabah 10 da falan açılır, Mikail'in selamı var, öpüyorum."
Saatime baktım, hala 4 saatimiz vardı, çünkü zaten yuvarlak hesap yapıp 4 saat var demiştik kendimize, ama daha yeni 4 saat kalmaya başlamıştı. Sonra ilerde bi benzinci gördük, hemen ona gittik. Camdan içeri baktım içerde bi kaç kişi vardı, otomatik kapı açılmıyodu. Bana doğru baktılar ve kafalarını çevirdiler. Bi süre daha bekledim ama hiçbişi olmadı. O an domuz gribinin Almanya'dan yayılmaya başladığını da anlamış oldum. Ama burda grip şeklinde değildi daha çok kronik bi rahatsızlıktı.
Sonra işte bi durak bulduk oraya sığındık. Durağın iki yanı kapalı olduğu için orda sıcaklık -18 derece değil -10 falan gibiydi. Orası bi nevi kaloriferli bi bekleme salonu oldu bizim için. Sonra bi ara ben gaza geldim dedim: "Murad kalk McDonald's a gidelim yalvaralım, böyle böyle diyelim ölüyoruz diyelim bizi alırlar hem çay içeriz, her şey güzel olucak, McDonald's bu, ikinci evimiz sayılır dedim. Murad evet dedi yaparız dedi iyi insanlar vardır içerde dedi, koşmaya başladık. Ama koşunca hava sıcaklığı -23e falan düşüyodu yürümeye başladık. İşte o sırada ben inanılmaz bi tasarım oluşturdum ve eldivenlerimden atkı yaptım." (New Design with Found Objects - 2009 November - p. 229)
Artık bi atkım da olduğu için özgüvenim tavandı. Sonra Mc Donald's kapısına vardık, içeri doğru baktım, aklımda excuse me ile başlıyan çeşitli acıklı cümleler vardı zaten, hangisi ile başlasam onu düşünüyodum. Sonra içerde bi kız gördüm. Sonra biri daha vardı. Konuşuyolardı. Sonra beni gördüler, baktılar, sonra kafalarını çevirdiler, konuşmaya devam ettiler. Onlar da hastalanmıştı, herkes ölümcül bir virüsün etkisindeydi ve kurtulmaları imkansızdı. Ben de bi türk olduğum için çok gururum kırıldı o an, polonyalılar gibi cama falan vurup bi bakar mısın diyemedim, o an "kültürler arası ölüm öncesi davranış bozukluğu farkları" başlıklı yazısı geldi aklıma Beaudelaire'in. Keşke o yazısını yayınlasaydı, çünkü gerçekten doğruymuş söyledikleri. Çok terslemiştim onu o gün, meğer haklıymış. Her neyse...
Sonra sinirden gitti bi yere işedi, benim de çişim vardı ama ben o an kötü talihimi düşündüm ve işerken Alman polisi tarafından yakalandığımı ve bu nedenle nezarethaneye götürüldüğümü hayal ettim ve vaz geçtim. Biraz etrafta dolandık falan sonra bu kez de belki araba taklidi yaparsak Mc Donald's tan kahve alabiliriz diye düşündük. Sonra araba yolundan içeri ilerledik. Kırmızı bi makine vardı, hamburger kola resimleri, fiyatlar, bi ekran, hoparlör, ve tam o sırada "İyi geceler, siparişinizi alabilir miyim" diye bi ses geldi hoparlörden. Anamm dedim ben, duydular mı bilmiyorum, meğer orda özel sensörler varmış araba gelince anlamak için, bizi hakaten araba sandılar hohoho diye güldük ama kadın hala bekliyodu, tekrar etti "siparişinizi alabilir miyim?" dedi. Söyle abi kahve istiyoruz de, dedi Murad. Ben de ööö vi vud layk tu hev tu kafiiz piliiz, dedim. Böyle anlarda dünyanın en salak cümlelerini söylemek benim için bi var oluş diyebilirim. Sonra kadın garip sesler çıkararak İngilizce moduna geçti. ok, two cofees, dedi sonra bişi dedi anlamadım. Ekranda para işareti çıktı, fiyat yazdı. O an dedim lan burdan elektronik olarak mı ödicez nolcak, sori? dedim, sonra kadın fark etti almanca konuştuğunu, ikinci kısma ilerleyebilirsiniz dedi, biz de öyle yaptık. Bi pencereden kahvelerimizi aldık, paramızı verdik. Sonra ben son bi umut kadın döndüm dedim böyle böyle biz işte saatlerdir burdayız tren garından bakın saat 5.12 de trenimiz var ama donmak üzereyiz burda gidebilceğimiz bi yer var mı, dedim. O da bana tren garının yerini anlattı, dedim hayatım, nar tanem, onu ben de biliyorum demek istediğim burda bi kafe restoran bişi var mı böyle kapalı bi mekan, dedim, öööö dedi, o an zaten hayat anlamını kaybetmişti benim için. İlerde bi yerde bi restoran var ama açık mı bilmiyorum dedi. Ben de insanlık ölmüş, dicektim ama o an tam toparlayamadım cümleyi, tenk yu, dedim. Gittik.
Araba yıkama merkezinin kuytu bi köşesine sindik, beklemeye başladık tekrar, camlara beni yıka falan yazdık, en azından hala Domuz Gribi değildik. Sonra uzun bi kaldırım vardı, sence bu uçtan diğer uca kaç adımdır diye sordu Murad, zaman geçirmek için sormuştu anladım, bilmem bakalım dedim. Sonra adım adım saydık. 10 dakka falan geçirdik farkında olmadan. 253 buçuk adımlık kaldırımı arkada bırakıp tekrar otobüs durağına döndük. Orası sıcaktık çünkü, hem ışık vardı hem de sol tarafa geçen arabalardan ben, sağa giden arabalardan Murad 1 puan alıyorduk ve 5-2 ben öndeydim, ortada kazanabileceğim bi oyun vardı yani.
Bekle bekle saat 4 buçuk oldu, artık Murad üşümekten iyice fenalaşmıştı, zaten son iki saattir neden böyle bişi yaptık, çok saçma bi fikirdi, şu an evde uyuyo olabilirdim gibi şeyler diyip duruyodu. Ben de - ki normalde böyle durumlarda mız mızlık eden kişi ben olurum - gene de aslında eğlenceli bişi olduğunu falan söylüyodum, hatta açıkçası inanıyodum da buna. Güzeldi yani, dünyanın biraz daha tepesinde olmak, evde oturup 2 dakkada bir feysbuk sayfasını yenilememek, dışarda olmak falan. Neyse işte bi şekilde yavaştan yola çıktık saat 5e 10 kala gara vardık, 22 dakkamız vardı. o arada acaba bu garın uzunluğu nedir diye düşündük, adım adım saydık, bi şekilde vakit geçti de tren geldi, sonra trene bindik de ısındık, ısındık da biraz mayıştık, uyumuşuz. Sonra işte saat 5.57'de Cuxhaven garına vardık. İndik, tren saatlerine baktık, 10 buçukta bi tren varmış dedik dışarı çıktık.
Dışarıda güzel bi karanlık vardı, güneşin doğmasına 1 saat var diye düşündük. Etrafta dolanmaya başladık. Hava iyice soğuktu artık, sonra Deutsche Bank'a girdik ısındık biraz, tekrar çıktık bi süre denizi aradık, o ara sokakları gezmiş olduk, yavaştan dükkanlar açılmaya başladı, güzel kokular geliyodu her yerden. Bi şekilde bi info noktası bulduk, haritayı inceledik, denizden pek uzak değildik, sonra dümdüz yürüdük de deniz tarafına vardık. Ama hava çok karanlıktı, Murad da karanlıkta denizden pek haz etmiyomuş, dalgalar bizi içine çeker, dedi, tamam dedim. Güneşin doğmasını bekledik bi süre ama hava çok az aydınlandı sadece sonra da hiç bi değişim olmadı. Sonra şöyle bi kalktık baktık da fark ettik meğer güneş doğmuş, ama üzerimizde çok büyük ve çok kalın bi bulut tabakası varmış. Böyle ufukta bi yede bulutların arasından gerçek gökyüzü görünüyodu yani, hava aydınlık güzel aslında yukarda, ama işte Cuxhaven topraklarında gece gibi her yer. Sonra sahile doğru yürüdük deniz kıyısına vardık. Kuzey Denizi vardı, çok sakindi her yer. Güzelmiş ya, sevdim ben ama çok soğuktu, yorgunduk uykuluyduk, gene de güzeldi. Biraz daha dolandık sonra gittik BackWERK'te bişiler yedik çay içtik, sabah oldu iyice, çok az daha aydınlandı hava. Sonra gara erken gittik belki daha önce bi tren vardır diye, hakikaten de varmış, 9 buçuk trenine bindik, uyuklaya uyuklaya eve döndük.
Murad bundan sonra hiçbi yere gitmiyceğini evden de dışarı çıkmıycağını söyledi son söz olarak, ben de bundan sonra daha çok dışarı çıkmaya karar verdim ama kesinlikle atkı alıcam.
22 Kasım 2009 Pazar
Üstümüze çığ düşsün
SNOW
cru
is
ingw Hi
sperf
ul
lydesc
BYS FLUTTERFULLY IF
(endbegi ndesignb ecend)tang
lesp
ang
le
s
ofC omego
CRINGE WITHS
lilt(
-ing-
lyful
of)!
(s
r
BIRDS BECAUSE AGAINS
emarkable
s)h?
y&a
(from n
o(into whe)re f
ind)
nd
ArE
GLIB SCARCELYEST AMONGS FLOWERING
e.e. cummings
16 Kasım 2009 Pazartesi
Mesela
1- Gece 2 insanları a la taksim
2- Namlı'ya arka kapıdan girip ön kapıdan çıkmak
3- Eskicilere bakıp "onun yenisi daha ucuzdur biliyo musun" demek
4- Çiğdem çıtlamak jüskomaten
5- Memet'lerde verilen kalabalık yemek partileri
6- Aynur annelerde kahvaltı ve dijitürk
7- Liji dondurmacısından dondurma alsam mı almasam diye düşünüp caymak
8- Mimarsinan insanları ve kedileri
9- Ayşegül ve bruzla merdivenlerde cips yemek
10- Bütün aklı olan insanlarla beraber rıhtımda değil çimenlerde oturmak
11- Buzdolabındaki mıknatıslardan surat falan yapıp bozmak
12- Tolga'yla sağlıklı bir burger king kahvaltısı yapmak yada yapmamak üzerine uzun süre düşünmek
13- Karaköy'deki alt geçitte kaybolmak
14- Burak'ın arabada çok sesli koro oluşturmak
15- Çevirimin olması ama onun yerine uyumak
16- Kar yağar gibi olunca okula gitmemek
17- Ortaköy sokaklarını kaydırak olarak kullanmak
18- Ayşegül'le milleti kandırmak, Pınar'la kar yağınca bira içmek, Memet'le Nemrut'un geleceği hakkında derin düşüncelere dalmak, Tolga'yla Direnlere gidip geç saatte kalkmak, Elbruz'la bi türlü gitmediğimiz o entel kafesine gitmeki herkesle beraber firuzağa'da çay içmek - ünlülerin ne kadar şişmanladığını fark etmek
19- Olmadık bi saatte gümüş parlatmak yada fırını temizlemek
20- Küçük odada tavana uzun uzun bakmak
21- Fehmi'lerle Yıldız parkında piknik yapmak
22- Gece yarısı sucuk gibi terleyene kadar sokakta badminton oynamak
23- Komşufırın'dan pattesli peynirli poğaça almak
24- Herhangi bişiye karşı olmak
15 Kasım 2009 Pazar
Koşulları varsa ihlal edilmeden feshediniz
Ben küçükken benim için dünya çok büyüktü, büyüdükçe daha da büyüdü. Mesela ben küçükken izmir ve türkiye aynı şeydi. Türkiye derdim izmir'e, bi keresinde işte zonguldak'a gitmiştik. Dünyanın en ilginç şeyiydi benim için, daha önce hiç başka bi yere gitmemiştim. Sonra yıllarca bu gezi anımı türkçe derslerinde falan anlattım, kompozisyonlar, gezi yazıları falan yazdım. O anım baya bi işime yaradı yani, uzun süre kullandım. Sonra işte dünya izmir, zonguldak ve türkiye şeklindeydi. Tam yerlerini bilmesem de farklı şehirlerin isimlerini bilmek çok karizma bişi oldu benim için. Sonra büyüdüm, üniversiteyi kazandım, istanbul'a geldim. İstanbul da meğer gerçekmiş, orda insanlar varmış, o filmdeki yerler meğer burdaymış. Çok etkilenmiştim. Sonra bi gün bi yerde bazı insanların hiç deniz görmediğini duydum, bundan da çok etkilendim, bi de üzüldüm onlar için. Nerdeyse çeyrek asırı devirmeye yaklaştığım bir zaman da bodruma gittim. Bodrum da gerçekmiş, güzelmiş, ama o kadar çok şaşırmadım çünkü artık alışmıştım böyle şeylere. En azından türkiye'deki gezilerim pek az ve sayılı da olsa artık bana doğal gelmeye başladı. Ama içimde hep büyük bi heycan oluşuyodu başka ülkeleri düşününce. Sonra bi gün şirin'in blogunda barselona'yı gördüm. O günü de asla unutmam. Hiç inanmadım gerçek olduğuna. Sonra bi gün pınar defolup gitti, o gün de çok üzüldüm ama sonra böyle oraları falan gezerken o ben de bi heycanlandım. Yani ne biliyim mümkün geldi bana o an her şey, başka yerler var dünyada yahu dedim hakaten var yani yalan değil. Nedense buna inanmam çok zor oldu, siz anlayamazsınız o hissi, bir ben bilirim belki. Sonra memet italya'ya gitti, ne güzel bi yermiş o da, sonra tolga amerika'ya gitti, oha saatlerce uçuyosun ve iniyosun amerika, sonra holivud falan. Hepsi essahmış evet. Sonra memetle elbruz suriye'ye gitti, orda böyle sarı sarı şehirler varmış hakaten. O zamanlar artık başka ülkeler insanlar dünyanın farklı yerleri, tüm bunları teorik de olsa kabullenmiştim. Ama her gece rüyamda abuk subuk yolculuklar yapıp yok izlanda'ya yok fransa'ya gidip duruyodum ki bu aslında çok hüzünlü bi hikayedir dışardan bakıldığında.
14 Kasım 2009 Cumartesi
Klaimi Klaus - I
Bay Laters karısını belinden ikiye ayırdıktan sonra alt kısmını da ortadan ikiye bölmüş. Kadının belinden başlayan iki ayrık bacağı ise öylece mutfağın ortasında duruyormuş. Bunları Jimmy anlattı bana, babası o dönem polis şefiydi. Bu olaydan sonra ise emekliliğini istedi.
Jimmy’nin anlattığına göre kızları büyük ihtimalle olaya tanık olduktan ya da olay sonrası bu korkunç manzara ile karşılaştıktan sonra bir sürü hap içerek intihar etmiş. Bay Laters kendini beynine sıktığı kurşunla öldürmeden evvel oğlunu vurmuş. Kızının intihar etmiş olması da olaylar sırasında evde olmadığını gösteriyor. Büyük ihtimalle yaşadığı bu korkunç şey karşısında ölmek istedi.
Belki de kız tüm olaylar olmadan önce ölmüştü. Bay Laters kızının ölü bedenini gördükten sonra ondan önce başarılmış bu göreve gülümseyerek bakmış ve odasından ayrılmış da olabilir pekala. Ancak evden çıkan beşinci ceset hakkında çok değişik söylentiler kulaktan kulağa yayıldı. Net bir söz söylenmedi; sadece olasılıklar ya da az bilinenler vardı ortada. Bazıları evden çıkan oğlanın yani Robert Raynolds’ın Elisa ile ilişkisi sonucu kızı hamile bıraktığını söylüyordu. Buna göre gençler durumu Bayan Laters’a açıklamak üzere eve gelmişlerdi. Bay Laters eve geldikten sonra evde büyük bir kavga çıkmış olacak ki kız odasına çıkıp bir dolu hap içerek intihar etmek istemişti. Kızını korumak isteyen ve onu savunan Bayan Laters öfke dolu kocasının kurbanı olmuştu. Daha sonra kızının ölü bedeni ile karşılaşan Bay Laters iyice delirmiş ve Robert’ı vurmuş sonra da oğlunu ve kendini vurarak bu utançtan kurtulmak istemişti.
Tabi ki bu hikaye Robert’ın neden Elisa’nın yanında değil de Arnold’ın yanında bulunduğunu açıklamaya yetmiyordu. Zaten aylar sonra Jimmy’nin babasından duyduğuna göre Elisa’nın otopsi sonrası hamile olmadığı, aksine kızın bakire olduğu ortaya çıkmıştı. Tabi ki bu gerçeğin yayılması zaman aldı. Önce bunları büyük anneme anlatmam onun da tüm duyduklarını yavaş yavaş diğer komşulara yetiştirmesi ve ne yazık ki birkaç hafta geçmeden bunları Jimmy’nin annesinin duyması, eşine anlatması ve Jimmy’nin de bir güzel dayak yemesi gerekti. Sonuçta bu hikayeden daha geçerli bir şekilde dilden dile dolanacak olan diğer hikaye de yayılmaya başladı.
Buna göre zaten Robert denen çocuk tekin biri değildi. Laters’ların evine girip çıkarken görenler olmuş Arnold ile de yakın arkadaş oldukları zaten başından beridir belliymiş. Bu konuda bizim şahitliğimizi de kullanan büyük annem hikayeyi anlatırken her seferinde bizim okulumuzda okuyan bu iki oğlanın garip arkadaşlıkları hakkında söylenenleri eklememiz için bizi kadınların yanına çağırmaya başladı. Robert ile Arnold aynı yatakta ölü bulunduklarında durum hakkında kimseye bilgi vermeyen polisler de zaten şüpheleri doğrular nitelikteydi. Bu ahlaksızlığın kutsal kitapta büyük bir sel ile cezalandırıldığını savunan büyük annem yine aynı sabah karşı komşunun evini su basmasını da bu şekilde yorumluyordu. Bazı kadınlar ise sel olayını başka şekilde yorumlarken yangın ve ateşten bahsediyorlardı. Her ne olursa olsun o gün eve gelen Bay Laters büyük ihtimalle oğlunu ve o çocuğu aynı yatakta bastıktan sonra bir öfke krizi ile ikisini de vurmuştu. Daha sonra karısı ile tartışan adam karısını suçlamış olmalı ki kadını balta ile parçalara ayırmıştı. Çocuklarına bütün o garip fikirleri aşılayan kafasını da bir güzel ayırıp klozete atmış olmalı. Elisa ise önceki hikayedeki gibi eve gelip olayları gören ve intihar eden kız rolünü üstleniyordu bu hikayede.
11 Kasım 2009 Çarşamba
Pardon, bakar mısınız?
Ya şimdi onları bırak da burda 350 gramlık insan gibi bir ekmek yok be blog, biliyorum zaten türkiye'de de normal ekmek almıyodum pek, her lafa bir cevabın var, ama ne biliyim sonuçta özlüyo insan ekmeği, yooo, ne alakası var, of çok saçmaladın şu an, biz hep yerdik küçükken, evet gayet, o senin sorunun.
Neyse ya bi de çok moralim bozuk dinamomun teli koptu, sora zaten pek dayanamadı yolda kendini atıverdi arka tekerden, tam yolun üstüne çat diye düştü, ya yok üşendim almadım, evet şu an ışıksızım yollarda, hıı evet bi de öyle bişi varmış ama ne kadar bilmiyorum zaten ilk cezamı yedim geçenlerde merkezde biliyosun, nası be, yooo anlattım, hayır gayet anlattım, ya of çok da bişi diil yahu, ya işte merkezde binmek yasakmış dükkanlar varmış insanlar varmış allah mafazaçoktehlikeliymiş, ya of evet ya, ben de aynen öyle dedim gel dedim bi türkiye'ye abla dedim, hıı evet kadın polis, iki tane tombiş kadın polis, yaaani pek fark etmiyo aslında sonuçta para ödüyosun, ya aslında 10'muş da bize 5 kestiler, hıı, murad'la.
Ya bu arada onun da tekeri patlamış ben de bugün okul dönüşü yolda cam kırıkları vardı üstünden geçtim biraz sakat bizim buralar, aman bırak ya ne avrupası hepsi sikko, içip içip şişe kırıyolar tek eğlenceleri bu, yooo, gayet de sıkıcı yani, bi kere soğuk, sonra türkiye'ye gel memeler meydan, haklılar tabi, hakaten ya ben de dönüşte çıplaklar kampındayım, açılıcam, türk açılımı yapıcam.
Bilmiyorum ya, bilmiyorum böyle bi garip yani içim, işte çay güzel, neyse ki çay var sallama falan da zaten ben biliyosun demlemeye üşenen bi insan oldum daima, aman aynı şey bence ya, ben demleme çaya karşıyım şu an tamam mı, ne hohoho, yaa sorma sen çok değişmişsin, aman nası değişmişsin anlatamam, iyi.
Ya bi de sanırsam dünyadaki en güzel şey insanın evi ya, dimi, böyle mahallen falan kendi bakkalın falan, bi de her naber diyene gut alles gut falan dememe lüksü falan, amaan ne biliyim ya falan diyebilmek, sıçış sıçış falan haha dimi, ya da ne biliyim ya proje ya of ya falan demek mesela günaydın yerine ahaha, evet ya okulu bile özledim, bilmem, belki, aman umrumda değil ya, e biliyorum tabi ki, iyi de aman ben pişman oldum vay vatanım canım vatanım diye mi gezicem yani, şu an yine saçmaladın, yoo yani işte aslında güzel de bişimiş onu fark ettim, sağol, hıhı o senin farkındalığın, bilmem sence?
Ya neyse yatalım bence, gururdan mı nedendir artık, e sen gel kendini alt edersen?
8 Kasım 2009 Pazar
One dove
Su dünyada etrafımdaki tanıdığım insanları şimdi bir kenara ayırıyorum çünkü onların derdi benle ama hani iyi niyet sevgi merak dostluk böyle şeylerle ilgili iste onları bir nebze olsun affediyorum bir sonraki Emre kadar. Aytaç Emre yazinca büyük harf yapıyor bence Emre ye aşık. Neyse
Ama iste sevgili blog su dünyada iğrençlesmeyi en iyi bilenler kimler biliyor musun? The others tabi ki. Onlar, digerleri, hicbirbokbilmeyenler. Sadece ağzı gotu bacağı bir blogu postmodern mide bulantisi hayatları olanlar. Her şeyi Hıncal Uluç gibi eleştirenler. Hele hele hiç bilmedikleri konularda ahkam kesenler. Ha bir de seyler var mesela: böyle her konuda çok duyarlı olan insanlar. Tüm ayrımcılıklara karsı çıkanlar oha ya en çok onlar tarafından ayrıldım su dunyada, esseginkini yesin onlar lütfen.
Herkes öyle korkutucu ki bazen. Ne bileyim ben hep şakasına yasıyoruz sırf itligine beraberiz çünkü Çiğdem yemeye bayılıyoruz gibi yasıyorum. Hep demeyelim de yani genelde. Ne biliyim icimde bir ergen yok her seye tukuren. Elit duran bir morin olmamak lazım hayatta ya da ne biliyim vejeteryan olduğunu göstermek için parçalanan inek videoları paylaşmamalı genc bir beyin. Elektronik müzik sevenler elektrikli testere ile ilgili yorumlar yazmamalı bloglar bloglar boyunca. Eksisozluk yazarlari bile aslında ne kadar salak özellikle yeni donem mesela
Of su an yeni şairlerden yeni ateistlerden yeni yazarlardan yeni geylerden yeni vejteryanlardan yeni annelerden yeni aşıklardan çok tiksindim.
Hayat eski çizgili bir kazak kolları hafifçe kısa gelen yada geceyarısı copte bulunan koca bir ayna yada bilemedin kocaman bir mezarlık yağmurlu bir günde. Siz değilsiniz hayat hicbirseyolmadigihaldecokbirseymisgibigezipcakasatanlar. Sizden orospu bile olmaz.
- Aytaç
16 Ekim 2009 Cuma
Bisikletimle Geziyorum : Emsstrasse
Selam selam. Pozitif enerjin yine ıslak bir günle karşılaştığı soğuk ve karanlık bi Almanya sabahında daha beraberiz. "Gökyüzü pırıl pırıl parlıyor" demek isterdim fekat yalan söylemek istemiyorum şimdi. Sabah kalktım çöpler birikmiş. Bari çöpleri atayım dedim. Ama sokağın orda bir çöp bölümü var allam 10 tane çöp kutusu hepsi de ayrı ayrı şeyler için. Sora ben de kutulardan birini açtım baktım içersi gayet karman çorman dedim o zaman benim çöplerim için en uyun kutu da bu olmalı. Ben de attım gitti. Eski kıyafetlerin atıldığı bi kutu da varmış. acaba arada ordan kıyafet mi alsam diye düşünüyorum. Neyse sora eve geldim ortalığı bi temizledim. Bulaşık yıkadım. Sora da markete gidiyim dedim. Burası bizim yurdun hemen önünden geçen içeri doğru giden Emsstrasse. Sonuna doğru bi market vardı ben de oraya gidiyim dedim çünkü diğer market tam tersi istikamette artık oraya gitmekten sıkıldım.
İşte böyle sokaklar geçtikten sonra marketimize vardım. Gene tüm şeker çikolata reyonları çok renkliydi. Ama artık kendimi üzmemeye karar verdim. Onları yok sayıyorum. Kahveli şokella buldum ondan aldım. Biraz peynir ki burda doğru peyniri seçmek çok zor oluyo benim için. Artık her seferinde başka bişi deniyorum. Ekmek bi de kinder pinguimsi bişiler aldım. sonra da pek sevgili kasiyerin yanına gittim halo danke bitte şeklindeki son derece karmaşık diyalogumuzu falan kurduk.
Sonra işte aldıklarımı sepetime doldurdum. Ha bi de pizza aldım evet. burda hazır pizza çok ucuz bişi. Adeta makarna yemek yerine pizza yemek daha mantıklı gibi diyebilirim. Bi de fırına koyuyosun 10 dakka sora alıyosun falan. tam student style. Ha bi de tabi ki şu sandalyelerin olduğu turuncu çerçeveli yerden bir adet kuruhasan ve bir adet de berliner aldım. Berliner dediğim şey de böle donut ama ortasında delik yok. Kız yani. içinde de marmelat var. üstü de şeker kaplı. bi de tabi yumuşacık bişi. mesela kalan tüm hayatımı berliner yiyerek geçirebilirim. Arada değişiklik olsun diye kuruhasan da yerim. Burdaki kuruhasanlar hakaten çok iyi. Hiç düşünmezdim sevceğimi. sonra da yurduma vardım, bisiklet parkına bisikleti kitledim. her zamanki gibi gene kapı üstüme kapandı falan filan. böyle de şanssız bi insanım, evet.
bir alttaki videoda da mutfağımızı görüyoruz. kablosu olmayan kablolu tv'miz var. mutfaktaki sandalyeleri sürekli olarak düzeltip duran da benim, evet. bahçeye çıkıyorum. işte o bahçenin önünden geçen yol az önce markete giderken geçtiğimiz emsstrasse. duvara da kızlar elele tutuşan çocuklar asmışlar. zannımca erkekler de altına taşakpipi falan eklemiş. evet, burda da espri anlayışı en az türkiye kadar sofistike.
Bir sonraki videoda da odamızı görüyoruz. Şrek falan her zamanki gibi zinde dipçik gibi dikilmiş sabah sabah. Dışarda güneş olsaydı ön bahçemiz daha güzel görünyodu ama ben güneşli günlerde çok mutlu olduğum için aklım bi karış havada geziyorum hiçbişi çekmek aklıma gelmiyo. Daha güneşli bi günde bikaç panaroma çekiyim sonuçta panaroma rulez!
evet böyle şeyler işte. Sonra bi ara merkeze inince oraları da çekerim diyorum. bugün emsstrasse'yi tanımış olduk. Bir sonraki bisikletimle geziyorum entry'sinde görüşmek üzere hepinizi sevgiyle pandikliyorum.
13 Ağustos 2009 Perşembe
30 Temmuz 2009 Perşembe
24 Haziran 2009 Çarşamba
8 Haziran 2009 Pazartesi
Vantilatörümün pırpırı eşliğinde şu an kıçıma baka baka ağlıyorum ya da olsa o kadar yani
O sırada işte tüm sevdiklerime 5 dakikalığına falan küstüm. Beni burda bu acılır hayatımla başbaşa bıraktıkları için trip attım onlara çok pis. Sonra baktım kimsenin sikinde falan değilim kalktım Elbruz'u aradım dedim böle böle ben şu an çok pis sıçtım, o bana verdiğin ilacı böle sulandırıp evi ilaçlasam mı yoksa direk o ilacı böyle lıkır lıkır içsem mi dedim, o da sulandır kullan dedi. Ben de çok sulandırmadım açıkçası, onun söylediği orandan daha ilaçlı yaptım böyle o kadar ilaçlı yaptım ki, o kadar hırslandım ki o an, böyle içimde nefret, kazulet gibiydim adeta. Bastım ilacı, bastım ilacı. Sonra dedim biraz dışarı çıkayım, pencereleri de kapadım mıh gibi, sonra biraz daha bastım ilacı, oooh, geberin lan dedim, çıktım dışarı.
26 Mayıs 2009 Salı
C'est La Vie
20 Mayıs 2009 Çarşamba
Wake me up when the bluebells are ringing
10 Mayıs 2009 Pazar
4 Mayıs 2009 Pazartesi
Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode III
Neyse efendim nerdeydik, evet ankara'ya gittiğimiz sene idi, hatırlıyorum. Pek sevgili kuzenimle de ilk defa o zaman konuşmuştuk ve ben kendisinin çok salak olduğunu düşünmüştüm. Sonuçta ben olgun ve aklı başında bi insan olmuşumdur tüm hayatım boyunca, o da o senelerde benden bi kaç yaş küçüktü ve elinde back street boys fotoğrafı falan vardı yanılmıyorsam. Neyse ama sonra kendisini tanıdım sevdim hatta baya da iyi anlaştık. Ama onun öncesinde tabi ki kıllaştık, birbirimizi göt etmeye falan çalıştık, vesaire. İşte bu son derece anlamlı tartışma seanslarımızda, diğer kuzenlerimin evindeydik, pek muhteşem bir oyuncak vardı. Oyuncak dediysem aslında boya kalemi, ama yani bir boya kalemi seti bu kadar mı güzel olur. Böyle envai çeşit renk, her rengin kapağı içinde bulunan renkten farklı, ama altlarında bir kapak daha var orda da rengin kendisini görebiliyosun türünden bir şey. Bunları alıyorsun böyle boyuyorsun sonra başka bir kalem var onun kapağı beyaz, boyadığın renklerin üstüne sürünce anam bir bakıyorsun o renkler değişiyor. diyelim kırmızı bir elma yaptın sonra bu kalemlen üstünden geçince yeşil oluyor şeklinde bir teknolojya.
Ancak bu deli manyak durumdan daha da ilginci bir başka kalem vardı ki o akıllara zarar bişidi benim için. Bu kalemlen de boyadığın şeyin üstünden geçince, anam o da nesi, boyadığın şey yok böyle silinip gidiyodu. Biz bu kalemlerlen ben diyim 9 siz diyin 2 saat falan oynadık. O zamanlar da bir tv kanalı vardı shopping tv şeklinde ama bugünkü shopping tv gibi değildi. her şey inanılmazdı. Öyle cep telfonu falan da satmıyolardı böyle gül şeklinde havuç kesme makinesi, dantelli kabak soyma makinesi gibi bir çocuğun hayran kalabilceği ne varsa onları izleyebiliyodunuz, bilenler bilir. 0800 ile başlıyan da bir numarası vardı hiç unutmam. Neyse işte, biz de o zamanki kültürel yapı, ekonomik düzen ve sosyal statümüzün etkisi ile nasıl bugünkü çocuklar mc donalds'çılık oynuyorsa, shopping tv'cilik oynamaya karar verdik. Kalemlerimizi aldık, geçtik odaya. Artık her yerimizi çizip boyuyoruz. İşte birisi telefon bağlantısı yapıyor, birisi pazarlamacı falan. Bakın kan lekesi, bakın sürüyorum, aaa gitti, ay evet resmen silindi, hayret dolu gözler, bağırmalar, inanamamalar, bütün çılgın efektler falan. Öyle de farklı çocuklardık yani.
Sonra tabi başladık duvarları boyamaya. Sonuçta her şeyi silen bi kalemimiz var. İşte duvara gizli gizli şifreler yazıyoruz, ne bileyim, önemli notlar alıyoruz, sonra da ünlü uzay fizikçisi edasıyla bilgiler çalınmasın diye her şeyi siliyoruz falan. Bu şekilde eğlenirken niçin bunu daha değişik şekillerde kullanmayalım dedik ve hiçbir cevap bulamadık. İşte o an, pek canım kuzenim elifceren'in yüzüne bıyık çizmeye başladık. Sonra da siliyoruz kalemimizle. Favori yapıyoruz, hooop neyse ki burda sihirli kalemimiz var her şeyi siliyor. Yap, sil, yap sil, bir eğlenmişiz ki sormayın. Artık eğlenmekten böyle ölcek seviyeye gelmişiz, uykumuz da tavan yapmış, haydi yatalım, bu çılgın gece bitmez arkadaşlar falan dedik. Ceren de girmiş dişini fırçalamaya. Dişini fırçalamış sonra ağzını çalkalamış. Anam bir geldi ki barış manço. Çizdiğimiz tüm bıyıklar favoriler ortaya çıkmış. Ağzını çalkalarken işte o herşeyi silen boyanın etkisi su ile kaybolmuş, hepsi akıp gitmiş, geriye kalmış sakal bıyık favori.
Kız ağlamaya başla, biz delir, napcağmızı şaşır, lan o zaman duvardakiler de mi geri gelcek diye düşün, sonra bi güzel duvarları sil, bütün her şey ortaya çık, neden sildik ki lan şimdi bunu kalsaydı bari diye düşün, kendimize kız, ceren de ortalıkta murat kekilli gibi dolaş, enem enem diye inle... Sonra tabi halam geldi annem geldi artık bütün evdeki ebeveynler geldi başımıza. Sonra bi de bizle dalga geçtiler falan. Elif de öyle sakallı bıyıklı ağlıyo allahım güler misin ağlar mısın? Neyse işte sonra her şey bi şekilde silindi düzeltildi, o gunden sonraki hayatı hakkında çok derin endişelere düşen cerenin de bütün epilasyonu yapıldı, rahatladı. Biz de yataklara gittik, bir zıbarmışız artık, oh ki ne oh.
Bu da böyle bir episode idi işte, bundan sonraki episode ne zaman olur bilemem ama aklıma gelince bu sefer üşenmiycem, hemen yazıcam. siyusuğn
25 Mart 2009 Çarşamba
14 Mart 2009 Cumartesi
4 Mart 2009 Çarşamba
Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode II
1 Mart 2009 Pazar
24 Şubat 2009 Salı
Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode I
23 Şubat 2009 Pazartesi
21 Şubat 2009 Cumartesi
bir güzel cumartesi
14 Şubat 2009 Cumartesi
9 Şubat 2009 Pazartesi
If you don’t walk, might as well crawl
27 Ocak 2009 Salı
my name is tristan
istanbugulama - H.T. / Link
selam selam. neresi olduğunu artık kestiremediğim evimi ariyip dururkene gene geldim izmir'e. izmir pek değişmemiş. sadece güzel olan şeylerin önü kapanmış, sevdiğim şeylerin üstünden altından yollar geçmiş falan filan. yollar yapmışlar, köprüler yapmışlar, geniş delikler açmışlar metrolar geçsin deyü. geyik yani. ama gene de istanbul'un kaprislerinden uzak kendi halinde umut vadeden yapsı ile bir kez daha hoşuma gitmedi değil. ama nolursa olsun - nölürse ölsün - insan şehirde yaşıycaksa şehirde yaşamalı. tamam istanbul da büyük karmaşık bir köy gibi ama izmir de aman pek güzel pek şahane bi şehir diil. belki onca yatırımı oralara değil buralara yapsalar bi işe yarar ama o da uzuuun bi süre boyunca olmuycak besbelli.
aman neyse banana şehirlerden falan, ilgim diil alakam diil. değil mi ki benim tek mutluluğum güzel bi ayakkabı güzel bi yemek güzel bi pasta güzel bi gömlek, değil mi ki benim tek mutluluğum baharlar yazlar aystiiler kolalar değil mi ki benim tüm enerjim akşam gezmeleri salıncaklar mısırcı amcalardan mısır almalar sahilde dolanmalar... o halde ne deyün gene girdim böyle bi konuya? hemen tüm her şeyi bir kalemde siliyorum unutuyorum.
petrik'in yeni albümünü, lost'un 3. bölümünü ve proje kurasını beklerken bir süreliğine izmir'deyim işte. geçen gün paris'teydim yeni geldim yorgunluğunda olan arkadaşlarım, ya of türkiye'ye geldim ve hemen sıkıldıım kaprisinde dolanan sevdiceklerim, yani olmazsa yazın da staj falan yaparım hiçolmadı hollanda'ya gidicem asaletindeki huysuzlarım, edepsizlerim, arsızlarım. sizi pek tabi seviyorum ancak ayağınızı şu ülkenin sınırları dışına attığınız anda size hem gıcık hem de uyuz oluyorum - ha şunu bileysunuz isterim. ben burda orda şurda falan pek nadiren değişik bir şey yaparken görürken yerken içerken siz orlarda fink atıp geziyonuz görüyonuz ya, ben de bundan kelli size adam demiyom bunu da biliniz çakma seyyahlarım. zaten avrupa yakası da yayını durdurdu artık napsam bilemiyorum.
haa bunların yanısıra Hakan Tekeli adlı kendinbilmez bir insan "Post-it® Not kullanarak kendi İstanbul tasarımını yarat!" konulu tasarım yarışmasına heykelsel bi açıdan katılıp sonra da 2. oldu. Burdan pek nadide laflarını yazmak ve bir nebze de olsun hep beraber sası sası gülümsemek amacıylan şunları da kop ve peyst ediyorum EY HALK : "Balık tabağının içinde İstanbul'u birleştirdim. İstanbul'un hareketli yapısını göz önüne alarak hareket eden bir şeye dönüştürdüm, altına lamba yapıştırdım. Bayram tatilinde ve yavaş yavaş hazırlandım, bir el öptüm, bir pul yapıştırdım."
şimdilik haberler böyle. eğer izmir'de sıkılıp da patlamazsam falan projesel kuralarım için yakında istanbul'a geri döneceğim. her güzel şeyin bir sonu varmış sayın seyirciler bu tatil de bitecek fazla umutlanmayın. o halde bir bilmece ile sonlandıralım bu girdimizi:
"istanbul'un hareketli yapısını göz önüne alan,
hareket eden bir ŞEY,
ayrıca altında da ampulleri var,
bilin bakalım NEY?"
18 Ocak 2009 Pazar
Zers noğ Limizz
While you and i have lips and voices which
are for kissing and to sing with
who cares if some oneeyed son of a bitch
invents an instrument to measure the Spring with?
Concert improvisé de Bjork au Baron
Yükleyen LaNuitTV
Dünyanın en inanılmaz insanı ben olabilirim şu iki gündür. dün 8 saat sonra lak diye gözlerimi açtım. na bak işte bugun de gene 12 bucukta kalkiyim diye yatmıştım 12:20 de höt diye ayıldım. nasıl bir mükemmellik nasıl bir prensip sahibi olma durumudur bu kanıma işleyen, kimden bulaştı bilmiyorum ama mutlandım. şimdi pencereden gene şu mevsimin sunabilceği en güzel güneş ışığı içeri vuruyor. güneş görünce ben de sanki sıcakmış gibi ısındım. demek ki neymiş her şey piskolojikmiş.
istiyorum ki şöyle fethiye'de bir yazlığım olsun. bir geniş bahçesi olsun çimen çimen. arka tarafında da şöyle ufak bir asma olsun gölge yapsın falan. sabahları erken kalkıp yürümek istemiyorum öyle yaşlılar gibi. gayet geç falan kalkabilirim mesela. hem böylece senede bir erken kalkınca bu benim için çok değerli bişi olur. sonra denize gideyim foşur foşur yüzeyim. yalnız tabi tek başıma olmiyim. ne bilim bikaç tanıdık da olsun çünkü dalgalarda falan debelenmek anca bikaç kişiyle beraberken güzel oluyo. bu açıdan o şahıslar beni anladılar, ben biliyorum. sonra istiyorum ki böyle çok rahat bi işim olsun. mesela tabak kenarlarına güzel güzel fethiye yaziyim her ay da beni geçindircek bi para versinler bana. iyi tamam çiçek böcek de çizerim. yani dediğim çok zorlamasın yormasın beni. bişi beklemesin işim benden. ben yalnızca yaşamsal fonksiyonlarımı sürdürmek istiyorum. bir nevi bitkisel hayat (yani yine güzeliz yine çiçek). öyle bişiler.
diyorum ben senede bi iki kere böyle erken kalkınca hele bi de üstüme güneş vurunca bu şekilde nerdeyse komple Amerika kıtasını satın alcak kadar umut dolu oluyor içim. ya bi de mesela akşam olsun, hava da sıcak olsun, system down tişörtümü giyiyim, sonra çok güzel bişiler yiyim, sonra kahve içiyim, sonra dondurma yiyim böle artık canım ne isterse hepsini 8-10 katını ödeyerek yapiyim ama gene de moralmanım bozulmasın. sonra sabah uyanıp efkarlanırım ama yapiyim bi hovardalık be hacı.
17 Ocak 2009 Cumartesi
13 Ocak 2009 Salı
L'homme à la Moto
1 Ocak 2009 Perşembe
hepimiz cücüğüz
geçen gün fıstıklı tombi şeklinde otobüse doğru koşarken - kalın montum içimde de kapişonlu mavilim - dedim bu insan işi birşiy mi? niçün dedim kendime, niçin 22RE ye yetişirken tiril tişörtlerimle sanki sahilde darıcı görmüş gibi rahatça depar atamıyorum? niçin 25E ye doğru sürünürken sürekli bir balon gibiyim, gururlu ve göbekli amcalar gibi paytak adımlar atmak zorundayım? lahanalar gibi yaşamak yaşamak mıdır? lahanalar alınmayın.
madem kar yağmıycak neden serpiştiriyo? yani hiç davranmasın, otursun oturduğu yere. boş yere heycanlandırmasın insanı. buna edging derler, gösterip vermemek derler. sürekli bir soğuk durumlar, sürekli bir üşütmeler hasta etmeler. bunlar bize yakışan şeyler değil. hayır kime yakışır yumurta beyazı sümük, kime yakışır borozan gibi öksürmeler? kim 8 kat giyinip de ince belli kalmış, kim eldiven giyip de cüzdanında para çıkarabilmiş? bunlar bizi bozan, bize ters hareketler.