24 Şubat 2009 Salı

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode I

Çok inanılmaz bi rüya gördüm. Zaten o an da hiç inanmadım olup bitenlere. Resmen yalandı her şey. Ben de uyandım Nuran'cım.

Geçen gün aklıma ranzanın altına sürdüğüm sümükler geldi. Eskiden dünyadaki en büyük haz kaynağımız oraya buraya kimse görmeden sümük sürebilmekti. Ha bi de 5. katta oturduğumuz için aşağı düşene kadar içeri kaçabilmek mümkündü tükürünce falan. Tükürmek hususunda çok irezil bi dönem de geçirmiştik pek değerli kardeşimlen. Tam öndeki iki dişin arasından "Fısk" diyerekten ileri doğru fışkırtılan tükürüklerimiz herhalde Bostanlı sokaklarının bugün hala bu denli temiz kalmasının temel nedenidir. Bu fısk fısk maceramız daha sonra ilerleyerek bir hastalık halini almıştı zira. Hatta öyle bir dönem geldi ki artık tükürmeden yaşayamaz olmuştuk. Bardaklarımız falan vardı tükürüğümüz gelince bardağa tükürerek rahatlıyoduk falan. Aksi takdirde ağızda biriken o tükürük biriktikçe birikiyodu falan. Bi şekilde atılması, vücuttan kovulması gerekiyodu. Bi nevi "tik" halini alan bu korkunç rahatsızlığımızdan bir gün acı bir şekilde kurtulmak zorunda kaldık. Erkenden tükürüverdiğimiz bir an o mendebur balgamımsı birikinti şülöp diye yine pek nadide arkadaşımızın annesinin tam önüne düşüverdi. Bir de utanmıyo gibi şülöp sesini çöp çöp öp öp ppp şeklinde sıkıntılı bir yankı takip etti. Tüm İzmir sınırlarından duyulan bu korkunç ses dinelip yok olduğunda o yaştaki her gerzek çocuk gibi kafamızı pencereden çıkarıp aşağı doğru baktığımızı ve ardından da tayyibi tekmeleyen at gibi hızla geri kaçtığımızı hatırlıyorum. Kurbanımızın alev alev bakan gözlerindeki o ifadeyle karşılaştığımız an artık bunun son tükrüğümüz olduğunu anlamıştık. Hemen tuvalete koşup 38-58 kere falan ardarda doyasıya tükürüp bu mevzuyu o noktada sonlandırmaya karar verdik. Ancak hayat küçük emrah filmleri gibi şaşırtıcı hüzünler barındırıyordu. Apartmanın haydut kapıcısı Metin Abi akşam akşam yemeğin tam ortasında zili çalıp bizi anamıza babamıza şikayet etti, komuşların şikayeti var diye de ekledi, vay hayvan vay. Bundan sonraki eğitici ve öğretici kısımlar elbette ki her türk genci için hayırlı olacak bazı noktalar içeriyor olabilir ancak şimdi bunları burda anlatıp kimseyi rencide etmek istemiyorum.

Bu son derece renkli ve hülyalı dönemimizin sonu gelmiş olsa da kendimize yepyeni ufuklar açacak kadar yaratıcı bireylerdik. Biz de kibrit yakıp söndürmece oynamaya başladık. Tüm dünyada çocukların severek oynadığı bu oyunu biz hayvanca bir zevk alarak oynadık diyebilirim. Mutfak balkonunda bulunan ve benim o dönemler çok gizemli bir diyardan - pek ala mısır olabilir - geldiğini düşündüğüm ancak esasen Menemen'deki çömlekçilerden alınma bir testimiz var. Bakkaldan toptan fiyatına ucuza aldığımız 6000 e yakın kibrit kutusunu her gün 48-65 tane falan yakıp sonra da testinin içine atarak ardından da o karanlıkta sönen kibritten gelen mükemmel yanık kokusunu içimize çekip oyhş diyerek neredeyse çocukluğumuzun en güzel vakitlerini en güzel şekilde değerlendirdik. En güzelini pek tabi ki bize annemiz öğretmişti. Annemizden zeka babamızdan kudret almıştık, bizi kim durdurabilirdi?

Pek tabi ki bizden 8 milyon yıl önce yer yüzüne ayak basmış olan cengaver annemiz... Anamızın anlamsız bi şekilde temizlemeye karar verdiği mutfak balkonunda gereksiz ve amaçsız yere ters çevirdiği testinin içinden minik leblebi taneleri gibi "pitir pitir" dökülen kibrit kardeşler - hepsi bir soykırım öyküsü gibi dile gelmişti adeta - o an çıramızın yandığını gösteren bi ironiydi sanki.

Bir "oltaymfeyvrıt" hobimiz daha yasaklanmıştı. Biz de daha çocukça ve daha masum bir şeylerle ilgilenmeye karar verdik. Ekmek bıçakları... Benim paslanmaz çelikten sarı saplı bir ekmek bıçağım vardı, kardeşimin de karındeşen cek görse ağlar diyebilceğim kara saplı bi ekmek bıçağı. Ninjalar gibi giyindiğimizi hayal ederek Yahayt' Huhuyt! edalarıyla kimi zaman yavaş çekim kimi zaman cekiçen hızında artistik hareketlerle salladığımız bıçaklarımızla oynamaya başladık. Ancak çok mükemmel bir Karakaplumbağa'nın Dönüşü hareketini yaparken kendi bacağıma sapladığım sarı bıçak bize bir şeylerin doğru olmadığını tekrar hatırlattı. Okayiyamaşita diye bağırdıktan sonra hiçbişi olmamış gibi tuvalete girip bacağımı kontrol ettiğimde halen de bacağımda izi duran mariana çukurunu gördüm. Soğukkanlılık ve cesaretle tıpkı ilk kan filmindeki silvestır abi gibi kendi yaramı kendim sarmaya karar verdim. Uzun uzun düşündükten sonra da kendi bacağını ekmek bıçağıyla yaran her çocuk gibi ben de selobant ve makyaj temizleme pamuğu ile tedavimi gerçekleştirdim. Zaten o yaşta yaralarımız çabucak kapandığı için olayın büyümesi ve medyaya yayılması da önlenmiş oldu.

Bu heycan dolu günlere bir süre ara verdikten sonra bu sefer de babamın isviçre çakısı ile hayatımızın en mutlu dakikalarını yaşamaya karar vermiştik ki yeni gelişmeye başlayan egolarımızın kurbanı olduk ve "bana ver bakıcam, hayır ben bakıcam" derken kardeşimin elini paketi yeni açılmış a4 kağıtların parmak keserken çıkardığı o ince ses eşliğinde kestim. Neyse ki tıp konusunda daha önceden geniş bir bilgi birikimim vardı da makyaj pamuğu ve selobantla ilk yardım müdahalesini kotardık. Bundan sonra yüksek dozda küfür ve hırpalanmaya maruz kalan körpecik bedenlerimizin kendine gelmesi bir hayli zaman aldı. Ancak yine de gücümüzü çabuk topladık ve "mum yakıp eriyen muma parmağını değdirmece" oynayama başladık. Ancak tüm dünyada tümmm çocuklar tarafından çılgınca oynanan bu inanılmaz oyun sırasında beklenmeyen bişi oldu.

Tabi bu entry de çok uzun oldu, o halde buna daha sonraki bölümlerde devam ediyim.

23 Şubat 2009 Pazartesi

21 Şubat 2009 Cumartesi

bir güzel cumartesi

yalnız kalpler de atarlar, bunu bir kenara yazın. eğer kışı atlatırsak güneye ineriz yazın.

14 Şubat 2009 Cumartesi

9 Şubat 2009 Pazartesi

If you don’t walk, might as well crawl

selam selam. neresi olduğunu artık kestiremediğim evimi ariyip dururkene gene döndüm istanbul'a. istanbul pek değişmemiş. sadece karmaşık olan şeyler biraz daha karmaşıklaşmış, oralar buralar delinmiş, birkaç yeni inşaat başlamış, birkaçı bitmiş. gene de herbir şeye rağmen bek in tavn, fiğlin gud.


yolda gelirken yanıma bir yaşlı amca oturdu. daha sonra 1930 yılında doğduğunu, eşi ile birlikte ticaretle uğraştığını, birçok çocuğu ve torunu olduğunu falan öğrendiğim bu şahıs daha otobüse ayağını atmış yanıma ilerleken beni hüzünlere doğru götürmüştü zaten. sanki yanıma oturcağını bilirmişim gibi aniden elimi kulaklığıma götürüp de kulaklarımı tıkamaya heveslenmiştim ki 27 numaranın "chatterbox" sahibi ürkek ceylan gözlerimden beni bir kaplan gibi yakaladı ve tam o saniye hınzırca bağlayıverdi. haydi 1 dedik 3 dedik 5 dedik ancak sonrası sürekli gelen 318 soru falan soran bu amca sonra da başladı kendini anlatmaya. aman efendim 45 yıldır istanbullu imiş de, o yıllarda istanbul hep yeşilmiş, binalar yokmuş, güngören denen yer mısır tarlasıymış, nişantaşı en güzel semt, sarıyere doğru hep ormanlar varmış falan da filan. tabi ki gudubet ruhum ilk önce alerjik bir tepkiyle birlikte ehi öhü evet pek tabi doğrudur şeklinde kaçamak cevaplar vermeye yöneldiyse de bir süre sonra bu yaşlı şahsı sevmeye onunla bir nebze olsun konuşmaya, bu yolculuğumda da müzik dinlememeye karar verdim. belki de konuşmak güzeldi, iletişim kurmak, paylaşmak hoş şeylerdi. bir sabahattin ali kahramanı olduğunu falan hayal ederek amcamlan konuşmaya devam ettim. daha doğrusu o devam etti ben de dinledim. ancak bir süre sonra ışıklar söndü ben de o arada biraz yamulmuşum. gözlerimi açtığımda bir mola yerine gelmiştik herkes iniş halindeydi. amca da inene kadar öylece bekledim. sonra ben de indim ve hemen tuvalete girdim. tabi ki uyandığım zamanlarda olduğu gibi öfkeli, hırçın ve çok ama çok soğuktum. kimseyi - özellikle de o amcayı - göresim yoktu. kendisinden resmen kaçtım. hatta gittim bir ayran aldım bi güzel diktim kafama ki otobüse binince hemen uyuyayım, her şey güzel olsun. ancak otobüse döndüğümde amca zibek gibi dikelmiş beni beklemekteydi. aman efendim çok merak etmiş de, muavine sölücekmiş tam nerede bu delikanlı diye de, görmemiş de beni dışarda da... falan filan. ben de ehi öhü pek tabi olabiler, bakın geldim falan dedim. hay demez olaydım. bu başladı gene konuşmaya. kendisi de yıllar önce bir arkadaşı ile otobüs olayına girmiş. muavinlik yapmış. ama çok az para getiriyomuş bu iş. falan da filan. o sırada benim baygın ve hüzünlü bakışlarımı gören muavin beni kurtarmak için yanımıza geldi ve amcayla konuşmaya başladı. ben de bir derin oh çektim o an içimden. ancak amca bu sefer de muavini bağlayınca muavin abi ehü öhü neyse amcacım ben bir su dağıtayım dedi kaçtı. kaldım mı gene amcaya ben? zıbır zıbır konuşmaya devam eden amca artık bir mide bulantısı efekti gibiydi. böyle yanar döner kristal efektli bir türk filmiydi sanki. arabadan 29 kere montajlanarak fırlayıp yere devrilen bir banu alkan'dı amca. muavin kek çay falan dağıtırken kahve istedi kendisi ben de çay istedim. anca 3ü1aradasını açamayan amca benden rica edince ve ben de bir güzel açıp suyuna boca edip bir de üstüne güzelcene bir karıştırınca olanlar oldu "oh yahu, sen de torunum gibi oldun, pek sevdim seni, artık sabaha kadar konuşa konuşa gideriz" deyiverdi. işte o an acıların kadını bergen olsun, ferdi tayfur olsun, küçük emrah olsun, hepsi birden böhüüü deyerekten ağlamaya başladılar sol beynimde. uçsuz bucaksız çöllerde kalmış gibi ağzım kurudu, tansiyonlarım düştü. benim yerimde hülya koçyiğit olsa çoktan hıçkıra-koşarak otobüsten fırlamış ve yol kenarına mantıksız bir şekilde bırakılmış bir yatağa kendini atarak zıplaya zıplaya ağlamaya başlamıştı. ancak ben naptım? bir sawyer gibi sessizce cam tarafına dönerek fak yu men dedim içimden. neyse ki allahbaba o an tüm kulları arasında gerçekten en çok beni sevdiğine karar verdi de otobüsün ışıkları pat diye söndü. ben de sönen ışıklarla beraber ışık hızıyla kafamı koltuğa devirdim ve uyuyormuşgibiyapmaya başladım. amca pek çok kereler beni dürttü, derin homurtular etti falan ama resmen hiç siklemedim kendisini. zaten sonra etraftaki kadınlardan birisi amcaya bir soru mu sordu ne, amca sabaha kadar o kadınların tümünü bir güzel heba etti. istanbul sınırlarına girdiğimizde hala mışıl mışıl uyuyan bedenim aniden sarsıldı. allah yarabbi diyerek bir hışımla gözlerimi açtığımda gördüm ki ataşehire gelmişiz, amca da inecekmiş, inmeden alasmaldık demek için beni bir güzel teperekten uyandırmış. o an deliler gibi sinirlenmiş olsam da gene de amcanın belki de sonsuza kadar yanımdan gidiyor oluşundan tarifsiz bir keyif duydum. gevrek gevrek gülerken amca son olarak "enşallah gene görüşürüz" deyince ben de gayri ihtiyari "amin amin" dedim. yani yetmiyomuş gibi bir double amin çektim bu duaya. allah da beni hayırlara sevketsin artık.


evet tombalak-dümbelekler, böyle acılarla dolu bir yolculuktan sonra ne istanbul trafiği ne havaların soğuğu, bir süre hiçbir şey beni rahatsız etmedi. ama şimdi okul da başladı ben çok çabuk eski halime dönerim diye düşünüyorum. gerçi beirut'un yeni albümü öyle bir güzel olmuş ki bir süre daha hazırdan yiyebilirim. gözlerimi kapayınca bahar gelmiş gibi geliyor, olsa o kadar yani.