30 Aralık 2009 Çarşamba

hızla kilo vermek için yavaşça saçmalamak

eve geldim akşam üstü, üstümdekilerden kurtuldum; uzandım karanlık salona. bu dünyaya ne yapmaya geldin can? dünya böyle diye susucan mı can? sazını eline alıcan mı can?

köy köy dolaş yaz avucuna; koy başucuna. adam mısın lan sen? türk müsün yoksa? insan mısın can? allahsız mısın? aşk mısın yoksa aşık mısın can?

kahve için su koydum; artık bu şehre doydum. kendime zor bir şey sordum: bu dünyaya ne yapmaya geldin can?

dünya böyle diye suscan mı can? sazını eline alıcan mı can? köy köy dolaş yaz avucuna; koy başucuna.

adam mısın lan sen? türk müsün yoksa insan mısın can? allahsız mısın? aşk mısın yoksa
aşık mısın can?

21 Aralık 2009 Pazartesi

Yoğom ben

11 Aralık 2009 Cuma

05:38

Did it matter, then, she asked herself, walking toward Bond Street. Did it matter that she must inevitably cease, completely. All this must go on without her. Did she resent it? Or did it not become consoling to believe that death ended absolutely? It is possible to die. It is possible to die.

30 Kasım 2009 Pazartesi

Kentaçdis

26 Kasım 2009 Perşembe

Cuxhaven


Dün müydü önceki gün müydü şu an tam bilemedim çünkü çok pis uyumuşum tarih de hızla geçmiş sanki. Neyse işte fotoşop dersi sonrası diyelim, bilgisayarları eve bırakıp Schloss'un arka tarafındaki sokakları gezmeye karar verdiğimiz bi zamandı işte. Oralar güzel çünkü akşam daha da güzeldir diye düşündük. Baktık baya boşmuş. Nedense burda insanların 8'den sonra çok fene uykusu geliyo, anlamadım bu işi. Biraz dolandık falan sonra caddeden geçtik böyle büyük bi park vardı. Parkın ortasında da böle büyüük bi anıt bakalım dedik neyi anıyorlar. Ama işte orda bi adam vardı, karanlıkta, pek tekin bi yer değil gibi geldi bize. Sonuçta çıkarın lan paraları dese Almancamız şu an ona yetmiyor, sori vi dont spik cörmın desek daha da fena bişi. O zaman biz burdan tırıs tırıs gidelim dedik. Adam da peşimizden gelmeye başladı. Sanki böyle hızlanır gibi oldu, ben o an çok pis tırstım, Murad da tırsmış ama o böyle dayı gibi yürümeye başladı. Dedim mantıklı, ben de hafif kollar açık ağır ağır yürüyüm, bi şekilde kaçtık. Adam bi süre daha arkadaydı sonra kaybolmuş. Biz de o korkuyla ilerlemişiz. Anam bi baktık büyük bi bina var ilerde, alla alla nere ki orası dedik ilerledik, bi de baktık ki tren garıymış. Braunschweig'a ayak bastığım ilk günü hatırladım. Elimde koca bi valizle ezik ezik acaba otobüse beni alırlar mı diye düşünmüştüm. Komikmişim o zamanlar ben. Neyse işte dedim bence trene atlıyalım gidelim buralardan. Murad da dedi valla gidelim. Dedim hatta ilk trene binelim böyle gidelim nereye gidiyosa, zaten akşam olmuş 9 sabah ineriz bi yerde bakarız ne varmış. O ara baya bu tür geyikler yaptık falan bi süre sonra iş ciddiye bindi.


Tren garında iki tip tren saatlerine bakıyoruz. Ben zaten hanidir yukarda bi yerlere gitmek istiyorum. Sonra info'daki adama sordum ken yu spik ingliş dedim eaooıı yee ıı lidıl bit dedi, dedim olsun amca o da yeter ben yavaş konuşucam korkma. Dedim biz Cuxhaven'a gidicez ilk treniniz kaçta, dedi şimdi ben tam bilemiyorum bi bakıyım, baktı, dedi yalnız tren işte şu saatte ama en son Bremerhaven var bugün, sorry dedi. Dedim üzme kendini böyle yapma lütfen, olsun, senin hatan değil ki. Bize bi kağıt verdi üstünde trenler saatleri gittikleri yerler. Baktım ama Cuxhaven'a giden tren var yani. Sabah 5 te falan bi tren var görünüyo. Dedim tamam 9 39 trenine binelim gidelim işte, Murad da dedi bana uyar, dedim ohoo bana baya baya uyar, yok dedi en iyi bana uyar, dedim yapma bana tam gelir bu. O şekilde hemen gittik Burger King'den bişiler aldık koşarak trene atladık. Ondan önce tabi info'da bi kadın bulduk ona da sorduk, ki onun ingilizcesi daha iyiydi, dedi Bremerhaven'da bakın 4 saat beklemeniz lazım. Dedik ne fark eder, gezeriz yani, dedi siz bilirsiniz, dedim tamam bebeğim sen de üzülme şimdi lütfen. Bindik biz trene.

Önce Hannover'e geldik trenden indik şöyle bi etrafta döndük sonra gidip sıcak çikolata aldık. Sonra orda bi aburcubur makinesi vardı, baktık birisi cips almaya çalışmış ama cips takılmış kalmış. Murad dedi benimle aynı şeyi mi düşünüyosun, aynı amerikan filmlerinden bir replikti, ben de hemen amerikan filmlerindeki gibi evet dedim. Sonra hemen bişiler düşündüm. Neyse sonra anladım zaten ne düşündüğünü hemen bi 50 cent çıkardım, attık, 11 e bastık, önce takılan cips düştü sonra arkasındaki cips de düştü. O an Avrupa'yı fetheden Türklerdik biz, çok gururluyduk. Cipsleri alıp Bremen trenine bindik. Trenler de bomboş zaten kimseler yok vagonlar bizim, yayıldık iyice.

Bremen'de indik bi sonraki trene 10 - 15 dakka falan vardı. Ben bi dışarı çıktım baktım falan ama pek de bişi göremedim. Sonra girdim gittik diğer treni beklemeye. Sonra tren geldi ama azcık gecikti, bu bizi çok üzdü, Almanya'ya bunu yakıştıramadık diyebilirim. 15 dakikalık bu rötardan sonra trendeki yerlerimizi aldık. Tren laylaylom giderken biz de hafiften düşüncelere dalmışız acaba bu önümüzdeki 4 saatte neler yapsak diye. Sonra tren Bremerhaven'a doğru giderken farklı yerlerde durup yolcu indirdi. O ara korkmaya başladık. Her durduğumuz yer biraz daha ormana benziyordu. İlk önce gar ortamı yok oldu, sonra oturaklar gitti, sonra ağaçlar geldi, hatta en son bi durakta etrafta kuru kafalar ve domuzlar vardı diyebilirim. Bi şekilde Bremerhaven'a geldik ama trendeki son dakikalarımızı hatırlıyorum, cama yapışmışız, abi ışık yok, göremiyorum, o ne, o bi ağaç mı? Allah kahretsin sıçtık şu an, orman burası, napıcaz şeklinde yarı ağlamaklı bi haldeyiz. Sonra indik bi baktık solda ışıklar var böle bikaç bina var, Murad'ın o acıklı cümlesini duydum o an işte, abi uygarlık! dedi. Hakaten de sol tarafta yaşanılan yerler vardı, sevindik. Hemen aşağı indik, ama aşağı inerken hafif bir hayal kırıklığı yerleşti içime. Öncelikle alt kata giden merdivenlerin ven bekleme salonları, kafeler ve dükkanlara açılacağını düşünmüştüm ama sadece bir boşluğa çıktık. Bisiklet park yerleri boştu. Duraklar boştu. Evlerin ışıkları kapalıydı. Her yer terk edilmişti gibiydi sanki. Sonra arkamızdan gelen iki kadın vardı ben hemen dünyanın en kibar insanı oldum ve en az 1 metrelik bir mesafe bırakarak (yani gece yarısı Alman insanını korkutmamaya çalışarak) Eksküyz mi, dedim. Dedim biz şimdi buraya bu trenle geldik, saat de bakın 1. Şimdi elimizdeki kağıda göre bi sonraki trenimiz 5.12'de kalkıcak. 4 saatimiz var. Burada oturabileceğimiz bi yerler, ne biliyim bi kafe bişi var mı, ne tarafta falan diye sordum. O sırada işte kadının suratı sürekli daha umutsuz daha üzgün ve daha korkutucu bi hal aldı. ÖÖÖÖ, dedi ilk olarak. O "ö" yü asla unutamıycam, buralar yani, nası desem, burda bişi yok ki, dedi sonra. Diğeri de arka tarafta taksi durağı olması lazım onlara sorun ama buralar böyle boştur şu an dedi. Kalbimizi kırdı yani, eline aldı ve böyle sıktı büzüştürdü sonra da kaldırım kenarına fırlattı. Biz de bari merkeze gidelim merkezde kesin ama mutlaka bi yer vardır diye düşündük. Gecelerin bitmediği bi şehirden geldiğimiz için bize göre daima açık bir bakkal açık bir kafe vardı yani. Olmalıydı.

Ama yokmuş. Hava da fena soğuktu, ben de nedense o gün çok kalın giyinmemeye karar vermiştim, ne akılsa. Sonra önce bi mc donalds bulduk, o an tanrı'ya teşekkür ettiğimi hatırlıyorum. Tanrı'da hemen bi yanıt gönderdi zaten, şöyle yazmış:

"Hehehe, bi dakka ya nası yani inandın mı, bu mc donalds Drive In hizmet veriyo, ayrıca şu an kapalılar, sabah 10 da falan açılır, Mikail'in selamı var, öpüyorum."

Saatime baktım, hala 4 saatimiz vardı, çünkü zaten yuvarlak hesap yapıp 4 saat var demiştik kendimize, ama daha yeni 4 saat kalmaya başlamıştı. Sonra ilerde bi benzinci gördük, hemen ona gittik. Camdan içeri baktım içerde bi kaç kişi vardı, otomatik kapı açılmıyodu. Bana doğru baktılar ve kafalarını çevirdiler. Bi süre daha bekledim ama hiçbişi olmadı. O an domuz gribinin Almanya'dan yayılmaya başladığını da anlamış oldum. Ama burda grip şeklinde değildi daha çok kronik bi rahatsızlıktı.

Sonra işte bi durak bulduk oraya sığındık. Durağın iki yanı kapalı olduğu için orda sıcaklık -18 derece değil -10 falan gibiydi. Orası bi nevi kaloriferli bi bekleme salonu oldu bizim için. Sonra bi ara ben gaza geldim dedim: "Murad kalk McDonald's a gidelim yalvaralım, böyle böyle diyelim ölüyoruz diyelim bizi alırlar hem çay içeriz, her şey güzel olucak, McDonald's bu, ikinci evimiz sayılır dedim. Murad evet dedi yaparız dedi iyi insanlar vardır içerde dedi, koşmaya başladık. Ama koşunca hava sıcaklığı -23e falan düşüyodu yürümeye başladık. İşte o sırada ben inanılmaz bi tasarım oluşturdum ve eldivenlerimden atkı yaptım." (New Design with Found Objects - 2009 November - p. 229)

Artık bi atkım da olduğu için özgüvenim tavandı. Sonra Mc Donald's kapısına vardık, içeri doğru baktım, aklımda excuse me ile başlıyan çeşitli acıklı cümleler vardı zaten, hangisi ile başlasam onu düşünüyodum. Sonra içerde bi kız gördüm. Sonra biri daha vardı. Konuşuyolardı. Sonra beni gördüler, baktılar, sonra kafalarını çevirdiler, konuşmaya devam ettiler. Onlar da hastalanmıştı, herkes ölümcül bir virüsün etkisindeydi ve kurtulmaları imkansızdı. Ben de bi türk olduğum için çok gururum kırıldı o an, polonyalılar gibi cama falan vurup bi bakar mısın diyemedim, o an "kültürler arası ölüm öncesi davranış bozukluğu farkları" başlıklı yazısı geldi aklıma Beaudelaire'in. Keşke o yazısını yayınlasaydı, çünkü gerçekten doğruymuş söyledikleri. Çok terslemiştim onu o gün, meğer haklıymış. Her neyse...

Sonra sinirden gitti bi yere işedi, benim de çişim vardı ama ben o an kötü talihimi düşündüm ve işerken Alman polisi tarafından yakalandığımı ve bu nedenle nezarethaneye götürüldüğümü hayal ettim ve vaz geçtim. Biraz etrafta dolandık falan sonra bu kez de belki araba taklidi yaparsak Mc Donald's tan kahve alabiliriz diye düşündük. Sonra araba yolundan içeri ilerledik. Kırmızı bi makine vardı, hamburger kola resimleri, fiyatlar, bi ekran, hoparlör, ve tam o sırada "İyi geceler, siparişinizi alabilir miyim" diye bi ses geldi hoparlörden. Anamm dedim ben, duydular mı bilmiyorum, meğer orda özel sensörler varmış araba gelince anlamak için, bizi hakaten araba sandılar hohoho diye güldük ama kadın hala bekliyodu, tekrar etti "siparişinizi alabilir miyim?" dedi. Söyle abi kahve istiyoruz de, dedi Murad. Ben de ööö vi vud layk tu hev tu kafiiz piliiz, dedim. Böyle anlarda dünyanın en salak cümlelerini söylemek benim için bi var oluş diyebilirim. Sonra kadın garip sesler çıkararak İngilizce moduna geçti. ok, two cofees, dedi sonra bişi dedi anlamadım. Ekranda para işareti çıktı, fiyat yazdı. O an dedim lan burdan elektronik olarak mı ödicez nolcak, sori? dedim, sonra kadın fark etti almanca konuştuğunu, ikinci kısma ilerleyebilirsiniz dedi, biz de öyle yaptık. Bi pencereden kahvelerimizi aldık, paramızı verdik. Sonra ben son bi umut kadın döndüm dedim böyle böyle biz işte saatlerdir burdayız tren garından bakın saat 5.12 de trenimiz var ama donmak üzereyiz burda gidebilceğimiz bi yer var mı, dedim. O da bana tren garının yerini anlattı, dedim hayatım, nar tanem, onu ben de biliyorum demek istediğim burda bi kafe restoran bişi var mı böyle kapalı bi mekan, dedim, öööö dedi, o an zaten hayat anlamını kaybetmişti benim için. İlerde bi yerde bi restoran var ama açık mı bilmiyorum dedi. Ben de insanlık ölmüş, dicektim ama o an tam toparlayamadım cümleyi, tenk yu, dedim. Gittik.

Araba yıkama merkezinin kuytu bi köşesine sindik, beklemeye başladık tekrar, camlara beni yıka falan yazdık, en azından hala Domuz Gribi değildik. Sonra uzun bi kaldırım vardı, sence bu uçtan diğer uca kaç adımdır diye sordu Murad, zaman geçirmek için sormuştu anladım, bilmem bakalım dedim. Sonra adım adım saydık. 10 dakka falan geçirdik farkında olmadan. 253 buçuk adımlık kaldırımı arkada bırakıp tekrar otobüs durağına döndük. Orası sıcaktık çünkü, hem ışık vardı hem de sol tarafa geçen arabalardan ben, sağa giden arabalardan Murad 1 puan alıyorduk ve 5-2 ben öndeydim, ortada kazanabileceğim bi oyun vardı yani.

Bekle bekle saat 4 buçuk oldu, artık Murad üşümekten iyice fenalaşmıştı, zaten son iki saattir neden böyle bişi yaptık, çok saçma bi fikirdi, şu an evde uyuyo olabilirdim gibi şeyler diyip duruyodu. Ben de - ki normalde böyle durumlarda mız mızlık eden kişi ben olurum - gene de aslında eğlenceli bişi olduğunu falan söylüyodum, hatta açıkçası inanıyodum da buna. Güzeldi yani, dünyanın biraz daha tepesinde olmak, evde oturup 2 dakkada bir feysbuk sayfasını yenilememek, dışarda olmak falan. Neyse işte bi şekilde yavaştan yola çıktık saat 5e 10 kala gara vardık, 22 dakkamız vardı. o arada acaba bu garın uzunluğu nedir diye düşündük, adım adım saydık, bi şekilde vakit geçti de tren geldi, sonra trene bindik de ısındık, ısındık da biraz mayıştık, uyumuşuz. Sonra işte saat 5.57'de Cuxhaven garına vardık. İndik, tren saatlerine baktık, 10 buçukta bi tren varmış dedik dışarı çıktık.

Dışarıda güzel bi karanlık vardı, güneşin doğmasına 1 saat var diye düşündük. Etrafta dolanmaya başladık. Hava iyice soğuktu artık, sonra Deutsche Bank'a girdik ısındık biraz, tekrar çıktık bi süre denizi aradık, o ara sokakları gezmiş olduk, yavaştan dükkanlar açılmaya başladı, güzel kokular geliyodu her yerden. Bi şekilde bi info noktası bulduk, haritayı inceledik, denizden pek uzak değildik, sonra dümdüz yürüdük de deniz tarafına vardık. Ama hava çok karanlıktı, Murad da karanlıkta denizden pek haz etmiyomuş, dalgalar bizi içine çeker, dedi, tamam dedim. Güneşin doğmasını bekledik bi süre ama hava çok az aydınlandı sadece sonra da hiç bi değişim olmadı. Sonra şöyle bi kalktık baktık da fark ettik meğer güneş doğmuş, ama üzerimizde çok büyük ve çok kalın bi bulut tabakası varmış. Böyle ufukta bi yede bulutların arasından gerçek gökyüzü görünüyodu yani, hava aydınlık güzel aslında yukarda, ama işte Cuxhaven topraklarında gece gibi her yer. Sonra sahile doğru yürüdük deniz kıyısına vardık. Kuzey Denizi vardı, çok sakindi her yer. Güzelmiş ya, sevdim ben ama çok soğuktu, yorgunduk uykuluyduk, gene de güzeldi. Biraz daha dolandık sonra gittik BackWERK'te bişiler yedik çay içtik, sabah oldu iyice, çok az daha aydınlandı hava. Sonra gara erken gittik belki daha önce bi tren vardır diye, hakikaten de varmış, 9 buçuk trenine bindik, uyuklaya uyuklaya eve döndük.

Murad bundan sonra hiçbi yere gitmiyceğini evden de dışarı çıkmıycağını söyledi son söz olarak, ben de bundan sonra daha çok dışarı çıkmaya karar verdim ama kesinlikle atkı alıcam.

22 Kasım 2009 Pazar

Üstümüze çığ düşsün


SNOW

cru
is
ingw Hi
sperf
ul
lydesc

BYS FLUTTERFULLY IF

(endbegi ndesignb ecend)tang
lesp
ang
le
s
ofC omego

CRINGE WITHS

lilt(
-ing-
     lyful
of)!
(s
r

BIRDS BECAUSE AGAINS

emarkable
         s)h?
              y&a
                  (from n
o(into whe)re f
              ind)
nd
ArE

GLIB SCARCELYEST AMONGS FLOWERING

e.e. cummings

16 Kasım 2009 Pazartesi

Mesela

Eğer her yaşım için bi dilek hakkım olsaydı ben zaten listemi önceden hazırlamış olurdum, mesela:

1- Gece 2 insanları a la taksim
2- Namlı'ya arka kapıdan girip ön kapıdan çıkmak
3- Eskicilere bakıp "onun yenisi daha ucuzdur biliyo musun" demek
4- Çiğdem çıtlamak jüskomaten
5- Memet'lerde verilen kalabalık yemek partileri
6- Aynur annelerde kahvaltı ve dijitürk
7- Liji dondurmacısından dondurma alsam mı almasam diye düşünüp caymak
8- Mimarsinan insanları ve kedileri
9- Ayşegül ve bruzla merdivenlerde cips yemek
10- Bütün aklı olan insanlarla beraber rıhtımda değil çimenlerde oturmak
11- Buzdolabındaki mıknatıslardan surat falan yapıp bozmak
12- Tolga'yla sağlıklı bir burger king kahvaltısı yapmak yada yapmamak üzerine uzun süre düşünmek
13- Karaköy'deki alt geçitte kaybolmak
14- Burak'ın arabada çok sesli koro oluşturmak
15- Çevirimin olması ama onun yerine uyumak
16- Kar yağar gibi olunca okula gitmemek
17- Ortaköy sokaklarını kaydırak olarak kullanmak
18- Ayşegül'le milleti kandırmak, Pınar'la kar yağınca bira içmek, Memet'le Nemrut'un geleceği hakkında derin düşüncelere dalmak, Tolga'yla Direnlere gidip geç saatte kalkmak, Elbruz'la bi türlü gitmediğimiz o entel kafesine gitmeki herkesle beraber firuzağa'da çay içmek - ünlülerin ne kadar şişmanladığını fark etmek
19- Olmadık bi saatte gümüş parlatmak yada fırını temizlemek
20- Küçük odada tavana uzun uzun bakmak
21- Fehmi'lerle Yıldız parkında piknik yapmak
22- Gece yarısı sucuk gibi terleyene kadar sokakta badminton oynamak
23- Komşufırın'dan pattesli peynirli poğaça almak
24- Herhangi bişiye karşı olmak

15 Kasım 2009 Pazar

Koşulları varsa ihlal edilmeden feshediniz

Az önce naptım, bahçeye açılan kapıyı açıp çimlere oturup gökyüzüne baktım. Gökyüzünde yıldızlar falan, yıldıztakımları, biz böyle hepsini aynı düzlemde sanırken aralarında aslında yüzmilyon ışık yılı uzaklıklar var, evet. Gökyüzüne öyle bakınca, bi an sanki baharmış gibi geldi bana. Hava da pek soğuk değildi nedense, bi de kulaklıklarım vardı müzikli, o zaman daha bi pırıl pırıl oluyo gökyüzü. Yıldızlar güzel şeyler, özellikle de gözüküyolarsa, büyük şehirlerde genelde hep bi pus vardır, bulut vardır pek görünmezler de böyle bodruma, antalyaya falan gidince, tatil zamanları falan pek bir güzel görünür gökyüzü, hatta dikkatli bakarsanız samanyolu bile görünür. Ne çılgınca bişi.

Bugün bir de naptım, odamın şeklini değiştirdim. Oda denen şey, ev gibi, çok güven dolu, çok bilindik. Ama bazen o bilindik his insana fazla geliyo, yani sürekli sizi koruyan anne babanız gibi mesela. Böyle bi an olsun ordan kopmak istiyo insan, o zamanlar insana güven veren masanın aksi gibi odanın tam öbür köşesinde olması gerekiyo, yatağın tavana falan taşınıvermesi yahut. Mekan denen şey de çok deli bişi, insan bi anda aynı yerdeyken başka bişi hissetmeye başlıyo eşyaların yeri değişince. Öyle zamanlarda mesela hep bi ders çalışmaya başlayasım, kitap yazasım, farklı ve yeni bişi yapasım geliyo. Yeni bi yere gitmek gibi galiba. Mesela buraya gelirken de içimde çok fazla yeni şey yapma isteği vardı. Geçti tabi şimdi, hayat bazen insanı tüm iyi niyetlerinden arındırabiliyo hırçınca. Her neyse, böyle bi vakitte işte ben de bir gökyüzüne bakayım dedim iyi geldi. Bazen gökyüzüne bakmak iyi geliyormuş insana öyle diyelim.


Ben küçükken benim için dünya çok büyüktü, büyüdükçe daha da büyüdü. Mesela ben küçükken izmir ve türkiye aynı şeydi. Türkiye derdim izmir'e, bi keresinde işte zonguldak'a gitmiştik. Dünyanın en ilginç şeyiydi benim için, daha önce hiç başka bi yere gitmemiştim. Sonra yıllarca bu gezi anımı türkçe derslerinde falan anlattım, kompozisyonlar, gezi yazıları falan yazdım. O anım baya bi işime yaradı yani, uzun süre kullandım. Sonra işte dünya izmir, zonguldak ve türkiye şeklindeydi. Tam yerlerini bilmesem de farklı şehirlerin isimlerini bilmek çok karizma bişi oldu benim için. Sonra büyüdüm, üniversiteyi kazandım, istanbul'a geldim. İstanbul da meğer gerçekmiş, orda insanlar varmış, o filmdeki yerler meğer burdaymış. Çok etkilenmiştim. Sonra bi gün bi yerde bazı insanların hiç deniz görmediğini duydum, bundan da çok etkilendim, bi de üzüldüm onlar için. Nerdeyse çeyrek asırı devirmeye yaklaştığım bir zaman da bodruma gittim. Bodrum da gerçekmiş, güzelmiş, ama o kadar çok şaşırmadım çünkü artık alışmıştım böyle şeylere. En azından türkiye'deki gezilerim pek az ve sayılı da olsa artık bana doğal gelmeye başladı. Ama içimde hep büyük bi heycan oluşuyodu başka ülkeleri düşününce. Sonra bi gün şirin'in blogunda barselona'yı gördüm. O günü de asla unutmam. Hiç inanmadım gerçek olduğuna. Sonra bi gün pınar defolup gitti, o gün de çok üzüldüm ama sonra böyle oraları falan gezerken o ben de bi heycanlandım. Yani ne biliyim mümkün geldi bana o an her şey, başka yerler var dünyada yahu dedim hakaten var yani yalan değil. Nedense buna inanmam çok zor oldu, siz anlayamazsınız o hissi, bir ben bilirim belki. Sonra memet italya'ya gitti, ne güzel bi yermiş o da, sonra tolga amerika'ya gitti, oha saatlerce uçuyosun ve iniyosun amerika, sonra holivud falan. Hepsi essahmış evet. Sonra memetle elbruz suriye'ye gitti, orda böyle sarı sarı şehirler varmış hakaten. O zamanlar artık başka ülkeler insanlar dünyanın farklı yerleri, tüm bunları teorik de olsa kabullenmiştim. Ama her gece rüyamda abuk subuk yolculuklar yapıp yok izlanda'ya yok fransa'ya gidip duruyodum ki bu aslında çok hüzünlü bi hikayedir dışardan bakıldığında.

En nihayet bi gün uçağa bindim de uçak böyle havalandı da sonra ben böyle istanbul'dan avrupa kıtasına doğru ilerlerken minicik ışıklar şeklinde kentler gördüm. Dünya orda aşağıda birbirine sınırları olan ülkeler şeklinde bişiymiş hakaten. O an böyle kalbim gümgüm attı, heycandan uyumuşum sonra. Sonra uyandım bir baktım Frankfurt'taymışız biz. Ayşegül kitapları gibi bişiymiş dünya, gezmek, görmek. Sonra bi uçağa daha binip Hannover'e doğru uçtum, o zaman bi de bulutların üstünden uçtuk böyle yeryüzü görünmüyodu, her yer bulut. Bulutların da aslında buhar gibi bişi olduğuna o an daha iyi inandım ama gene de sanki böyle pamuk gibiler gene de, yani uzaktan bakınca, yani ne bilim gene de öyle gibi, evet. Sonra işte burdayım ya. Bazen böyle bi saçma hissediyorum. Yani meğer burda da hava aynı kokuyomuş, insanlar aynı şekilde yürüyomuş, sokaklar falan aynı şeymiş, bakkal, su, ekmek. Hep bunlar aynıymış, sadece yeri farklıymış, bana çok ama çok farklı gelceklermiş gibi gelmişti. Şimdi düşünüyorum da belki bi gün gelcek ben hala işte "bi gün almanya'ya gitmiştim ben" diye anlatıyo olcam. Senelerce zonguldak gezimi anlattığım gibi. O zaman üzülürüm kendime, ama kıyamam da.

Belki işte bi gün o kadar çok gezerim ki ne biliyim artık bangladeş de tacikistan da hollanda da aynı derecede gerçek gelmeye başlar bana. İşte burası dünya falan derim, alışırım. Belki o zaman bu geceyi hatırlarım, yıldızları falan. O zaman gene çok daha küçükken yaşadığım başka bi günü hatırlarım. Erich von Daniken'in tanrıların arabaları kitabını annemden yalvar yakar alıp okuduğum o günü mesela tekrar yaşarım. Evrende katrilyonmilyonyüzmilyarlarca yıldız vardır diye okuyunca ter basmıştı beni, nası olabilir o kadar çok, nası olabilir falan demiştim, uyuyamamıştım falan. O kadar çok yıldız nası olur ki lan? dimi? Belki işte o zaman, dünya'ya çok çok daha alıştığım zaman, ülkeler, insanlar, başka diller, kültürler beni şimdiki gibi heycanlandırmadığı zaman ya da işte hepsini daha bir sindirebildiğim, kabullenebildiğim zaman, gene bu geceyi ve yıldızları falan hatırlarım da acaba aya çıkmak, marsa gitmek, uranüste gezmek nası bişi diye düşünürüm. Belki bi gün çok inat ederim de astronot olurum, o olmaz belki de belki kuyruklu yıldız olurum.

Kuyruk dedim de aklıma ne geldi. Bi gün ananem demişti kuyruk sokumu diye o ne demiştim bak işte buran demişti, göstermişti, buramızda kuyruğumuz varmış ama düşmüş. Oha, nası yani, demiştim, belki de ben kangruydum diye düşünmüştüm. Ara sıra biraz çok yiyince göbeğim şişince belki orda kesem var ondan diye düşünüyorum.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Klaimi Klaus - I

Kıyamet günü ile ilgili ilk bilgilerimi 1994 yılında bir Salı sabahı edindim. O sabah, karşı koşumuzun bodrum katını su basmış, yan evden ise beş ceset çıkmıştı. Annemin o dönemlerdeki en yakın arkadaşı Bayan Laters evden dört parça olarak götürüldü. Kadının başını bulmaları yaklaşık üç saat sürmüştü. Nedense Bay Laters kadını parçalara ayırdıktan sonra özenle kestiği başını klozete atmış ve kapağını kapamıştı. Polisler kedinin huysuz bir şekilde klozetin önünde dönüp durduğunu fark edince kapağı kaldırmışlar ve zavallı kadının kafası ile karşılaşmışlar. Kapağı kaldırdıkları an klozete fırlayan kedi ise alıştığı şekilde işemeye başlamış. Bayan Laters o an ne hissetti bilemiyorum ama büyük annem bunun kıyamet alameti olduğunu söylemişti. Onların inanışına göre kıyamet nankör bir hayvanın sahibine karşı gelmesiyle başlayacakmış. Bu durumda hikaye gerçekten de inandırıcı olmuştu benim için, nankör kedi sahibinin kesik başı üzerine işemişti.

Bay Laters karısını belinden ikiye ayırdıktan sonra alt kısmını da ortadan ikiye bölmüş. Kadının belinden başlayan iki ayrık bacağı ise öylece mutfağın ortasında duruyormuş. Bunları Jimmy anlattı bana, babası o dönem polis şefiydi. Bu olaydan sonra ise emekliliğini istedi.

Jimmy’nin anlattığına göre kızları büyük ihtimalle olaya tanık olduktan ya da olay sonrası bu korkunç manzara ile karşılaştıktan sonra bir sürü hap içerek intihar etmiş. Bay Laters kendini beynine sıktığı kurşunla öldürmeden evvel oğlunu vurmuş. Kızının intihar etmiş olması da olaylar sırasında evde olmadığını gösteriyor. Büyük ihtimalle yaşadığı bu korkunç şey karşısında ölmek istedi.

Belki de kız tüm olaylar olmadan önce ölmüştü. Bay Laters kızının ölü bedenini gördükten sonra ondan önce başarılmış bu göreve gülümseyerek bakmış ve odasından ayrılmış da olabilir pekala. Ancak evden çıkan beşinci ceset hakkında çok değişik söylentiler kulaktan kulağa yayıldı. Net bir söz söylenmedi; sadece olasılıklar ya da az bilinenler vardı ortada. Bazıları evden çıkan oğlanın yani Robert Raynolds’ın Elisa ile ilişkisi sonucu kızı hamile bıraktığını söylüyordu. Buna göre gençler durumu Bayan Laters’a açıklamak üzere eve gelmişlerdi. Bay Laters eve geldikten sonra evde büyük bir kavga çıkmış olacak ki kız odasına çıkıp bir dolu hap içerek intihar etmek istemişti. Kızını korumak isteyen ve onu savunan Bayan Laters öfke dolu kocasının kurbanı olmuştu. Daha sonra kızının ölü bedeni ile karşılaşan Bay Laters iyice delirmiş ve Robert’ı vurmuş sonra da oğlunu ve kendini vurarak bu utançtan kurtulmak istemişti.

Tabi ki bu hikaye Robert’ın neden Elisa’nın yanında değil de Arnold’ın yanında bulunduğunu açıklamaya yetmiyordu. Zaten aylar sonra Jimmy’nin babasından duyduğuna göre Elisa’nın otopsi sonrası hamile olmadığı, aksine kızın bakire olduğu ortaya çıkmıştı. Tabi ki bu gerçeğin yayılması zaman aldı. Önce bunları büyük anneme anlatmam onun da tüm duyduklarını yavaş yavaş diğer komşulara yetiştirmesi ve ne yazık ki birkaç hafta geçmeden bunları Jimmy’nin annesinin duyması, eşine anlatması ve Jimmy’nin de bir güzel dayak yemesi gerekti. Sonuçta bu hikayeden daha geçerli bir şekilde dilden dile dolanacak olan diğer hikaye de yayılmaya başladı.

Buna göre zaten Robert denen çocuk tekin biri değildi. Laters’ların evine girip çıkarken görenler olmuş Arnold ile de yakın arkadaş oldukları zaten başından beridir belliymiş. Bu konuda bizim şahitliğimizi de kullanan büyük annem hikayeyi anlatırken her seferinde bizim okulumuzda okuyan bu iki oğlanın garip arkadaşlıkları hakkında söylenenleri eklememiz için bizi kadınların yanına çağırmaya başladı. Robert ile Arnold aynı yatakta ölü bulunduklarında durum hakkında kimseye bilgi vermeyen polisler de zaten şüpheleri doğrular nitelikteydi. Bu ahlaksızlığın kutsal kitapta büyük bir sel ile cezalandırıldığını savunan büyük annem yine aynı sabah karşı komşunun evini su basmasını da bu şekilde yorumluyordu. Bazı kadınlar ise sel olayını başka şekilde yorumlarken yangın ve ateşten bahsediyorlardı. Her ne olursa olsun o gün eve gelen Bay Laters büyük ihtimalle oğlunu ve o çocuğu aynı yatakta bastıktan sonra bir öfke krizi ile ikisini de vurmuştu. Daha sonra karısı ile tartışan adam karısını suçlamış olmalı ki kadını balta ile parçalara ayırmıştı. Çocuklarına bütün o garip fikirleri aşılayan kafasını da bir güzel ayırıp klozete atmış olmalı. Elisa ise önceki hikayedeki gibi eve gelip olayları gören ve intihar eden kız rolünü üstleniyordu bu hikayede.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Pardon, bakar mısınız?


Bugün krançi fıstıkezmemi yerken aklıma ne geldi blog, ben de şaştım kaldım adeta, evet, sana söylemesem dayanamamdı, yapamamdı, olmağdı.
Neyse onu boş ver de buralarda sıkıldım ben. Herkes bir değişik, hayır ben de severim değişikliği, onla ne alakası var şimdi, değişik derken, yani tamam belki de yanlış kelimeyi seçtim, herkes bir alman, oldu mu?

Ya şimdi onları bırak da burda 350 gramlık insan gibi bir ekmek yok be blog, biliyorum zaten türkiye'de de normal ekmek almıyodum pek, her lafa bir cevabın var, ama ne biliyim sonuçta özlüyo insan ekmeği, yooo, ne alakası var, of çok saçmaladın şu an, biz hep yerdik küçükken, evet gayet, o senin sorunun.

Neyse ya bi de çok moralim bozuk dinamomun teli koptu, sora zaten pek dayanamadı yolda kendini atıverdi arka tekerden, tam yolun üstüne çat diye düştü, ya yok üşendim almadım, evet şu an ışıksızım yollarda, hıı evet bi de öyle bişi varmış ama ne kadar bilmiyorum zaten ilk cezamı yedim geçenlerde merkezde biliyosun, nası be, yooo anlattım, hayır gayet anlattım, ya of çok da bişi diil yahu, ya işte merkezde binmek yasakmış dükkanlar varmış insanlar varmış allah mafazaçoktehlikeliymiş, ya of evet ya, ben de aynen öyle dedim gel dedim bi türkiye'ye abla dedim, hıı evet kadın polis, iki tane tombiş kadın polis, yaaani pek fark etmiyo aslında sonuçta para ödüyosun, ya aslında 10'muş da bize 5 kestiler, hıı, murad'la.

Ya bu arada onun da tekeri patlamış ben de bugün okul dönüşü yolda cam kırıkları vardı üstünden geçtim biraz sakat bizim buralar, aman bırak ya ne avrupası hepsi sikko, içip içip şişe kırıyolar tek eğlenceleri bu, yooo, gayet de sıkıcı yani, bi kere soğuk, sonra türkiye'ye gel memeler meydan, haklılar tabi, hakaten ya ben de dönüşte çıplaklar kampındayım, açılıcam, türk açılımı yapıcam.

Bilmiyorum ya, bilmiyorum böyle bi garip yani içim, işte çay güzel, neyse ki çay var sallama falan da zaten ben biliyosun demlemeye üşenen bi insan oldum daima, aman aynı şey bence ya, ben demleme çaya karşıyım şu an tamam mı, ne hohoho, yaa sorma sen çok değişmişsin, aman nası değişmişsin anlatamam, iyi.

Ya bi de sanırsam dünyadaki en güzel şey insanın evi ya, dimi, böyle mahallen falan kendi bakkalın falan, bi de her naber diyene gut alles gut falan dememe lüksü falan, amaan ne biliyim ya falan diyebilmek, sıçış sıçış falan haha dimi, ya da ne biliyim ya proje ya of ya falan demek mesela günaydın yerine ahaha, evet ya okulu bile özledim, bilmem, belki, aman umrumda değil ya, e biliyorum tabi ki, iyi de aman ben pişman oldum vay vatanım canım vatanım diye mi gezicem yani, şu an yine saçmaladın, yoo yani işte aslında güzel de bişimiş onu fark ettim, sağol, hıhı o senin farkındalığın, bilmem sence?

Ya neyse yatalım bence, gururdan mı nedendir artık, e sen gel kendini alt edersen?

8 Kasım 2009 Pazar

One dove

Sevgili blog biliyosun su dünyada insanlardan çok cekmisimdir hep de söylerim yahu insanlar ne sinir derim gudubetimdir. Evet.

Su dünyada etrafımdaki tanıdığım insanları şimdi bir kenara ayırıyorum çünkü onların derdi benle ama hani iyi niyet sevgi merak dostluk böyle şeylerle ilgili iste onları bir nebze olsun affediyorum bir sonraki Emre kadar. Aytaç Emre yazinca büyük harf yapıyor bence Emre ye aşık. Neyse

Ama iste sevgili blog su dünyada iğrençlesmeyi en iyi bilenler kimler biliyor musun? The others tabi ki. Onlar, digerleri, hicbirbokbilmeyenler. Sadece ağzı gotu bacağı bir blogu postmodern mide bulantisi hayatları olanlar. Her şeyi Hıncal Uluç gibi eleştirenler. Hele hele hiç bilmedikleri konularda ahkam kesenler. Ha bir de seyler var mesela: böyle her konuda çok duyarlı olan insanlar. Tüm ayrımcılıklara karsı çıkanlar oha ya en çok onlar tarafından ayrıldım su dunyada, esseginkini yesin onlar lütfen.

Herkes öyle korkutucu ki bazen. Ne bileyim ben hep şakasına yasıyoruz sırf itligine beraberiz çünkü Çiğdem yemeye bayılıyoruz gibi yasıyorum. Hep demeyelim de yani genelde. Ne biliyim icimde bir ergen yok her seye tukuren. Elit duran bir morin olmamak lazım hayatta ya da ne biliyim vejeteryan olduğunu göstermek için parçalanan inek videoları paylaşmamalı genc bir beyin. Elektronik müzik sevenler elektrikli testere ile ilgili yorumlar yazmamalı bloglar bloglar boyunca. Eksisozluk yazarlari bile aslında ne kadar salak özellikle yeni donem mesela

Of su an yeni şairlerden yeni ateistlerden yeni yazarlardan yeni geylerden yeni vejteryanlardan yeni annelerden yeni aşıklardan çok tiksindim.

Hayat eski çizgili bir kazak kolları hafifçe kısa gelen yada geceyarısı copte bulunan koca bir ayna yada bilemedin kocaman bir mezarlık yağmurlu bir günde. Siz değilsiniz hayat hicbirseyolmadigihaldecokbirseymisgibigezipcakasatanlar. Sizden orospu bile olmaz.





- Aytaç

16 Ekim 2009 Cuma

Bisikletimle Geziyorum : Emsstrasse

Selam selam. Pozitif enerjin yine ıslak bir günle karşılaştığı soğuk ve karanlık bi Almanya sabahında daha beraberiz. "Gökyüzü pırıl pırıl parlıyor" demek isterdim fekat yalan söylemek istemiyorum şimdi. Sabah kalktım çöpler birikmiş. Bari çöpleri atayım dedim. Ama sokağın orda bir çöp bölümü var allam 10 tane çöp kutusu hepsi de ayrı ayrı şeyler için. Sora ben de kutulardan birini açtım baktım içersi gayet karman çorman dedim o zaman benim çöplerim için en uyun kutu da bu olmalı. Ben de attım gitti. Eski kıyafetlerin atıldığı bi kutu da varmış. acaba arada ordan kıyafet mi alsam diye düşünüyorum. Neyse sora eve geldim ortalığı bi temizledim. Bulaşık yıkadım. Sora da markete gidiyim dedim. Burası bizim yurdun hemen önünden geçen içeri doğru giden Emsstrasse. Sonuna doğru bi market vardı ben de oraya gidiyim dedim çünkü diğer market tam tersi istikamette artık oraya gitmekten sıkıldım.

İşte böyle sokaklar geçtikten sonra marketimize vardım. Gene tüm şeker çikolata reyonları çok renkliydi. Ama artık kendimi üzmemeye karar verdim. Onları yok sayıyorum. Kahveli şokella buldum ondan aldım. Biraz peynir ki burda doğru peyniri seçmek çok zor oluyo benim için. Artık her seferinde başka bişi deniyorum. Ekmek bi de kinder pinguimsi bişiler aldım. sonra da pek sevgili kasiyerin yanına gittim halo danke bitte şeklindeki son derece karmaşık diyalogumuzu falan kurduk.

Sonra işte aldıklarımı sepetime doldurdum. Ha bi de pizza aldım evet. burda hazır pizza çok ucuz bişi. Adeta makarna yemek yerine pizza yemek daha mantıklı gibi diyebilirim. Bi de fırına koyuyosun 10 dakka sora alıyosun falan. tam student style. Ha bi de tabi ki şu sandalyelerin olduğu turuncu çerçeveli yerden bir adet kuruhasan ve bir adet de berliner aldım. Berliner dediğim şey de böle donut ama ortasında delik yok. Kız yani. içinde de marmelat var. üstü de şeker kaplı. bi de tabi yumuşacık bişi. mesela kalan tüm hayatımı berliner yiyerek geçirebilirim. Arada değişiklik olsun diye kuruhasan da yerim. Burdaki kuruhasanlar hakaten çok iyi. Hiç düşünmezdim sevceğimi. sonra da yurduma vardım, bisiklet parkına bisikleti kitledim. her zamanki gibi gene kapı üstüme kapandı falan filan. böyle de şanssız bi insanım, evet.

bir alttaki videoda da mutfağımızı görüyoruz. kablosu olmayan kablolu tv'miz var. mutfaktaki sandalyeleri sürekli olarak düzeltip duran da benim, evet. bahçeye çıkıyorum. işte o bahçenin önünden geçen yol az önce markete giderken geçtiğimiz emsstrasse. duvara da kızlar elele tutuşan çocuklar asmışlar. zannımca erkekler de altına taşakpipi falan eklemiş. evet, burda da espri anlayışı en az türkiye kadar sofistike.

Bir sonraki videoda da odamızı görüyoruz. Şrek falan her zamanki gibi zinde dipçik gibi dikilmiş sabah sabah. Dışarda güneş olsaydı ön bahçemiz daha güzel görünyodu ama ben güneşli günlerde çok mutlu olduğum için aklım bi karış havada geziyorum hiçbişi çekmek aklıma gelmiyo. Daha güneşli bi günde bikaç panaroma çekiyim sonuçta panaroma rulez!

evet böyle şeyler işte. Sonra bi ara merkeze inince oraları da çekerim diyorum. bugün emsstrasse'yi tanımış olduk. Bir sonraki bisikletimle geziyorum entry'sinde görüşmek üzere hepinizi sevgiyle pandikliyorum.

13 Ağustos 2009 Perşembe

30 Temmuz 2009 Perşembe

24 Haziran 2009 Çarşamba

10 Haziran 2009 Çarşamba

Raindrops

8 Haziran 2009 Pazartesi

a lav di hol vörld ya da fikrimi değiştirdim


NEW Discovery Channel Commericial - Boom De Yada! - The top video clips of the week are here

Vantilatörümün pırpırı eşliğinde şu an kıçıma baka baka ağlıyorum ya da olsa o kadar yani


Sevgili Blog,
Dün gece çevirimi bitirdikten sonra bir nebze olsun uyumak, kendime gelmek, göz altı torbalarımı biraz olsun ortadan kaldırmak için azıcık televizyon önüne geçtim. Tabi ki yine bütüüün güzel programlar saat 2-5 arasında yayınlanıyordu ve pek tabi ki ben de heeepsini zap zap yaparak izledim. Neden sonra uyumuşum, ama çok değil, hatta diyebilirim ki "vallahi sabaha kadar gözümü kırpmadım".

Dan dun dan dun sesleri ile irkilerek ve böyle gözlerim bertilerek uyandım. Pınar'ın ülke dışında marihuana kaçakçılığıyla uğraşıyor olması, Memet'in Bilecik'ten kız almak üzere ailesinin yanına terk eylemesi ve akabinde Tolga'nın Amerika Birleşik Devletleri'ne mülteci olarak girmek amacıyla Ankara'da Belalı Bilo'nun huzurlarına çıkmaya gitmiş olmasını fırsat bilen HAYAT bugün bana daha sabahın köründe güzel bir sürpriz hazırlamıştı.

Hayaat bunu nedeeen yapıyosuuun diyerek yerimden kalktım ve mutfağa gittim, karnım da pek acıkmıştı o yüzden de evde hiçbişi yoktu. Böyle de inada inat bir gündü yani bu. Nese ya, şu an kendimi üzemiycem dedikten sonra giyindim, çıktım sokağa. Zira bir taksime uğramam birkaç iş halletmem gerekiyordu. (Gizem yaratmak) Ama tabi o nadide o feriştah o süblümleşmenin sübü nam-ı diğer hayat hemen bu noktada çok güzel bi piyes daha hazırlamıştı bana.

Şurda aylardır her sabah bir 22Re olsun bir 25e olsun beklerken sürekli ama sürekli 40T, yok efendim 42 yahut DT2 gelip durmasına öyle alışmışım ki kırk yılın başında bir taksim otobüsü beklediğim için bu sabah çat diye 22RE gel dur karşımda, haliyle sinir oldum. Beklesem gelmezsin dedikten sonra ardından bi de 25E gelmesin mi? Yuh artık dedikten sonra neyse ki "her iki istenmeyen otobüsten sonra kalabalık da olsa beklenen otobüsün gelmesi" teoremine uygun olarak tabi ki bir 42 ya da DT2 bekliyordum. Ama noldu, 22 geldi. Ya gerizekalı mısınız ya falan diye içsel olarak bağırmaya başlamışken bu sefer de 57UL gibi ömrü hayatımda ya 1 ya 2 kez karşılaştığım otobüsün çıkagelmesi artık oturup ağlamaya başlamam için gözüme gözüme sokulan bi işaret gibiydi.

Yoo, yooo, yooo... Pek tabi ki bundan hemen sonra bir de Topkapı İstinye hattında çok ama çok nadiren tesadüf ettiğim 28 numaralı otobüs gelince belki de bugün taksim'e gitmenin yasak olabileceğini düşünmeye başladım. Hemen telefonumu çıkardım tarihe baktım 1 mayıs falan da değildi yani gayet 8 Haziran yani. Neyse ki bu saflığıma acımış olan hayat beni bir nebze olsun kendime getirmek için bir adet eski püskü 40T ile bir adet püfür püfür klimalı DT2 gönderdi. Ben de çooook zeki bi insan olduğum için arkadan gelen DT2 ye bindim sonra gittim böyle ters duran koltuklardan birine oturdum ki aslında hiç sevmem.

Neyse işte artık her şeyin yeniden yoluna girdiğini düşündüğüm bir sırada beşiktaş'ta otobüse binen iki şahıs tüm otobüste ve özellikle hemmmen yanı başımda durdukları için de benim üzerimde inanılmaz bir sinir harbi oluşturdu. Böyle kolları kesilmiş açık mavi gömleği, tüm alt bedenini sıkı sıkıya kavrayan fil dişi pantolonu ve üzerinde gucci falan yazan terlikleriyle aslen esenlerde yaşadığını öğrendiğimiz beyfendi ile anadolunun bağrından kopma, gömleği açık, atleti dışarda, bağrı kıllı bir başka arkadaşımız harıl hurul didişmeye başladılar. "Paramı ver yoksa burda cingar çıkarır rezil ederim seni" diye söze başlayan guccili şahıs anlaşılan vermiş ama parasını alamamıştı. Artık belinde çakısı mı var silahı mı var bilemediğim Bekir abi de yarı sinirli yarı saf bir şekilde hede hödö diyip hiçbir yerden de destek almak aklında gelmediği için otobüsün içinde oraya buraya devrilerek kendince bir yaşam formu oluşturmaya çalışıyordu. Taksime kadar bir şekilde barıştılar, Bekir Ponpon'a 1 lira verdi, ama sonra mecidiyeköyde beraber inip esenlere gitmeye karar verdiler falan filan, orası beni ırgalamaz. Ben zaten kendimi dışarıya attım kurtuldum.

Gideceğim adresin istiklal üzerinde olduğundan son derece emin bir şekilde hızlı hızlı ilerlemeye başladım, o arada tolga "belki istiklalde değildir" diye aradı, "suratına tükiriyim" dedikten sonra tekrar ödemeli arayıp "bari memet'e söyle beni arasın" dedim, çok geçmeden ama ben galatasaray lisesine varmış iken memet aradı, "meğer istiklal'de değilmiş de o tarlabaşı tarafına doğru falanmış" dedi, "ölürsem kabrime gelmeyin" dedim falan filan, bunlar hep hikaye, asıl sorun ben bu arada böyle 880 fahrenayt falan bi sıcaklığa ulaştım ki bilen bilir baya yüksek bi sıcaklık kendisi. Neyse oraya gittim zart zurt, sonra otobüse bineyim dedim ama otobüs yoktu ben de bi 559c buldum bindim, indim beşiktaşta ordan da eve yürüdüm. Oh lan dünya varmış dedim hatta eve gelince. Sonra da şöyle bir koltuğa uzanayım da kendime geleyim dedim. Yaa, yaaa, demez olaydım. Bi an için şöyle bir kafamı döndürüp parkeye baktığımda minicik siyah bir noktanın süratle zıpladığını ve yine aynı süratle yere iniş yaptığını görmem ve hay beynin kopsun demem bir oldu.

Evet, beklenen şey olmuştu. Kaç gündür her seferinde unuttuğum pencereden sinekliği böyle tırtıklayıp içeri dalan sonra da evin çeşitli yerlerinde uyuklayan kedi nüfusundan kaynaklı pirelenme durumu söz konusuydu. 'Namıssız kediler, şerrafsız hayvanlar' diyerek ağlamaya başladım ya da olsa o kadar yani.

O sırada işte tüm sevdiklerime 5 dakikalığına falan küstüm. Beni burda bu acılır hayatımla başbaşa bıraktıkları için trip attım onlara çok pis. Sonra baktım kimsenin sikinde falan değilim kalktım Elbruz'u aradım dedim böle böle ben şu an çok pis sıçtım, o bana verdiğin ilacı böle sulandırıp evi ilaçlasam mı yoksa direk o ilacı böyle lıkır lıkır içsem mi dedim, o da sulandır kullan dedi. Ben de çok sulandırmadım açıkçası, onun söylediği orandan daha ilaçlı yaptım böyle o kadar ilaçlı yaptım ki, o kadar hırslandım ki o an, böyle içimde nefret, kazulet gibiydim adeta. Bastım ilacı, bastım ilacı. Sonra dedim biraz dışarı çıkayım, pencereleri de kapadım mıh gibi, sonra biraz daha bastım ilacı, oooh, geberin lan dedim, çıktım dışarı.

Dışarda ilk olarak o yıvşık kediyi gördüm kafamı çevirdim. Biraz ilerde de o beyaz sarı olan namussuzu gördüm. Böyle resmen öyle bi bakış attım ki kediye sonra bu acıncak halime bi süre güldüm. Resmen sinirimden kediye trip attım belki anlar da üzülür bi daha gelmez diye düşündüm safça.

Öyle yani sonra eve geldim tüm evi süpürdüm falan, çöpleri döktüm. Her yerim ıyk mıyk böle kaşıntı tuttu sinir oldum bari girem de bi duş alam bugün de bölece bitsin hof dedim. Demez olaydım, sular kesikmiş. Başka da bişi demek istemiyorum artık. Heralde geçersiz bi işlem yürüttüm, kapatılcam. Bilmiyorum. Öyle yani.

26 Mayıs 2009 Salı

C'est La Vie

Bugün gene yepyeni şeyler öğrendim. Bundan sonraki hayatıma bu yeni bilgilerin ışığı ile devam edicem, yön vericem. Gerçi benim şu alıklığım var olduğu sürece 18 cilt larousse okusam bana mısın demem. Bana mısın dememek ne ilginç lan. Hatta şu an bu şaşkınlığımı yine geçen gün beni şaşırtan başka bir şeyle güçlendirmek istiyorum, her ne kadar hiç alakaları olmasa da. Royksopp'un son albümü Junior'da bir parçada şöyle diyo: six afraid of seven, 'coz seven ate nine.
yani seven eight nine. Türkçe'ye çevirince de yedi dokuzu yedi oluyo. Yani yedi anlamındaki ate eight oluyoken bizde de yedi 7 oluyo ya. Resmen anlatamadım şu an ama bence siz anladınız. Yani böle değişik bişi, rı nı nı.


Neyse ne zamandır aklımda olan bir şeyi yapmaya karar verdim bugün. İnsanlar google'a girince hani bişiler yazarlar arama yaparlar ya. İşte bu insanlardan bazıları bi şekilde o arama sonuçlarında bu blogu bulup girip bakıyorlarmış. Ama nedense benim bloguma giren kesimin sosyo-ekonomik durumu, algı yapısı, düşünsel süreçleri falan çok garipmiş. Hemen örneklerle açıklamak istiyorum.


Keyword listemize şöyle bir göz gezdiriyoruz sevenler. Bu hafta Top 60 listemize 60 numaradan giren yeni bir kayıt var: "üç günde yazdım beş günde çektim". Bu da ne demekse, ama bi şekilde listemize girmiş. Belki yükselir, oylarınızı bekliyor. Onun hemen önünde 59 numarada haftalar sonra gerilere düşen ama hala inatla listede kalmayı başaran "ünlülerin vajinası" var. 55 numarada bu hafta "Tazmania canavarlı pijama"yı görüyoruz. Sık sık aranan keywordlerden o da, ancak bu hafta gerilemiş. Bu haftanın en hızlı girişi ise listemize tam 52 numaradan giriş yapan "rüyada tuvalette fasulye çıkarmak" oluyor. Umarım hepiniz bir gün rüyanızda tuvalette fasulye sıçarsınız. Evet şimdi listemizde biraz yukarlara çıkalım, şaşırtıcı bir soru ile karşımıza geliyor 38 numara, şöyle diyor "kadın ve kızların vajinaları aynı mı?". Bu soruyu google a soran nadide insanı da şurdan alından öpmek sureti ile bağrıma basmak istiyorum. Kıyamam ben sana, kıyamam, kıyamam diye de şarkılar söylemek istiyorum. Evet listemizde şimdi de 10 numara birden yukarı çıkıyoruz ve harikulade bir arayışla karşılaşıyoruz, 28 numaranın sahibi haftalardır listemizden inmek bilmeyen "dünyanın en büyük sümüğü". 23 numaranın sahibi "bundan önceki hayatımda neydim" bu hafta iki basamak gerilerken yerini "beyazçorap kokusu"na bırakmış, 21 numarada beyazçorap kokusu sıkı bir yükselişte görüldüğü gibi.


Listemizde ilk 20ye kadar geldik. Heyecan dorukta adeta, hemen devam edelim. 17 numarada bu haftanın en naif sorusu ile karşılaşıyoruz. Sorunun kendisi anlaşılabilir ancak google'a soruluş şekli adeta gözlerimi yaşarttı, "as well as ne demek" bu haftanın yeni gözdelerinden olmaya hevesli sanki. Çok ilginç bir rekabet var listenin ilerleyen kısmında, 15 numaradan 11 e kadar bir arkadaşın sürekli olarak aradığı ancak nasıl arayacağını artık iyice şaşırdığı bir şey görüyoruz, hepsini sırayla yazmak istiyorum: annemizin veya babamızın çocuklukta en çok oynadığı oyun, anne ve babamızın oynadığı oyunlar, anne ve babamızın oynadıkları oyunlar, annemizin oynadığı zamanki oyunlar bizim oynadığımız oyunlar arasındaki farklar ve pek tabi annemizin ounadiği oyunlar. Burdan tüm ebeveynlere sesleniyorum, allaşkına şu çocuğu çekin bir kenara anlatın neler oynardınız, eskiden hayat nasıldı, neler yapardınız, açık hava sinemalarını gazoz simitleri falan anlatın, beş taş, çelik çomak bişilerden bahsedin. Ben de bilemedim şimdi ne örnek versem. Bi google'a sormam lazım zannımca. 10 dan geriye doğru saymaya başlıyoruz artık, heyecan artık iyice arttı biliyorum. Hemen listemizin 10 numarasına bakalım, "anane kurabiyesi" hala yerini koruyor. Bu hafta kapışma içinde olan iki isim var bunlardan birisi "altın görünümlü gerdanlık seti" ki bunu bence bir kaynana gelinine almaya karar vermiş de komşunun kızı nurtene söylemiş o da google'dan bir bakmış son fiyatlar nedir diye altın görünümlü gerdanlık setlerinde. Hemen 7 numarada ise çekişmenin galibi "rahim ağzı, kuku" var sevgili böcükler. Haftalardır 3 numaradaki sabit yerini koruyan "gidip kakamı yapayım" ise hayret verici derecede ısrarlı bir şekilde devam ediyor. Bir süre daha yerini koruyacağından hiç şüphemiz yok. 1 numarada ise Hakan Tekeli var, kendisini burdan tüm "Top 60 benim arayışım benim buluşum" ekibi olarak tebrik ediyoruz.


Bu hafta listemizden çıkan isimlere göz atarsak, "rüyada birinin üzerinize işemesi", "cinsel bölge neden kıllıdır", "zenci kukusu göster", "iki bacak arasından kuku görüntüsü" ve "cinsel bölgemi temizlerken testisimi kestim" bizlere hoşçakal demişler. Onları en yakın zamanda yine buralarda görmek istiyoruz.


Evet bir proğramın daha sonuna geldik. Sizleri burdan öperken son olarak şöyle demek istiyorum, gidip kakamı yapayım.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Wake me up when the bluebells are ringing

Bugün artık her şeyin iyice bunaltıcı bir hal aldığı anda sokağa çıkıp hem şöyle bir dolanmak hem de bir nebze olsun karnımı doyurmaya yönelik bir girişimde bulunmak istedim. Apartmanda mütemadiyen bir inşaat gürültüsü, asla bitmeyen bir asansör, yeniden yıkılıp yapılan bir daire olduğundan gün içinde bir o yana bir bu yana devrilirken küfretmeye çok alışmışım. Ama güneşin battığı ve herkeslerin artık işi gücü bıraktığı o saatlerde dışarısı öyle bir güzelmiş ki saatlerdir neden evde pineklemişim bende anlamadım.

Bizim sokaktan çıkıp ilk sağa sapınca sanki daha az yorucu ve daha güzel gibi gelmeye başladı bana artık, pınar gittiğinden beridir kilisenin sokağına doğru pek yaklaşmıyorum; ama evde 4 adet irice çöp torbası birikince ben de bu seferlik o yöne doğru gidiverdim, çöplerimi attım sonra da her yanı sardunyalarla çevrili evin sokağına kadar yürümeyip o beyaz iki katlı evin sokağına girdim. Akşam serinliğiyle beraber burnuma hanımeli kokuları geldi birdenbire. Aman bir baktım nasıl böyle açmışlar dersin ki hanımelinin bini bir para. Böyle artık dünyanın en güzel dakikalarını yaşar gibi hissettim o an kendimi. Sanki o an böyle her şeyin en güzel olduğu anmıştı da ondan sonra bir daha öyle güzel olmayacaktı falan. Bu kısa emosal dakikalarımdan sonra gene sarsılıp kendime geldim. Sonra gittim kendime birkaç lavaş biraz tavuk bir de böğürtlenli dondurma aldım sonra da koşa koşa eve geri döndüm. Evde olmak güzel, huzur verici bişi aslında ama sokaklarda olmak hele ki bir de böyle bahar gelmişse, yaz gelmişse falan, çok daha tatlı sanki. Böyle kırlara bayırlara inmek zıplamak istiyor insan. Neyse işte, ben böyle güzel güzel kokular duyunca - hele bir de hanımeli kokusu - baya bir enerjik oldum, duygusal serseri moduna girdim. Aklıma da Patrick'in Bluebells parçası geldi. Dedim madem havalar güzel, o zaman her şey çiçek açsın. Yine güzeliz yine çiçek yani.

Öyle bir şeyler...

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode III

Kış uykumdan uyanmaya karar verdiğim şu nadide akşamda her şeyin yeniden düzenine girmesi hem beni hem de tüm sevenlerimi çok mutlu etti, biliyorum. Dönemsel gazımdan da kurtulursam nerdeyse her şey şahane olacak, pek tabi pınar'ın yoğun eğitim dönemini bitirip istanbul'a dönmesi şartı ile. Ona da çok üzülüyorum, avrupa'daki eğitim anlayışının bu kadar sert olması beni şimdiden erasmus'um hakkında endişelere gark etti. hatta şu an geğirdim diyebilirim.

Neyse efendim nerdeydik, evet ankara'ya gittiğimiz sene idi, hatırlıyorum. Pek sevgili kuzenimle de ilk defa o zaman konuşmuştuk ve ben kendisinin çok salak olduğunu düşünmüştüm. Sonuçta ben olgun ve aklı başında bi insan olmuşumdur tüm hayatım boyunca, o da o senelerde benden bi kaç yaş küçüktü ve elinde back street boys fotoğrafı falan vardı yanılmıyorsam. Neyse ama sonra kendisini tanıdım sevdim hatta baya da iyi anlaştık. Ama onun öncesinde tabi ki kıllaştık, birbirimizi göt etmeye falan çalıştık, vesaire. İşte bu son derece anlamlı tartışma seanslarımızda, diğer kuzenlerimin evindeydik, pek muhteşem bir oyuncak vardı. Oyuncak dediysem aslında boya kalemi, ama yani bir boya kalemi seti bu kadar mı güzel olur. Böyle envai çeşit renk, her rengin kapağı içinde bulunan renkten farklı, ama altlarında bir kapak daha var orda da rengin kendisini görebiliyosun türünden bir şey. Bunları alıyorsun böyle boyuyorsun sonra başka bir kalem var onun kapağı beyaz, boyadığın renklerin üstüne sürünce anam bir bakıyorsun o renkler değişiyor. diyelim kırmızı bir elma yaptın sonra bu kalemlen üstünden geçince yeşil oluyor şeklinde bir teknolojya.

Ancak bu deli manyak durumdan daha da ilginci bir başka kalem vardı ki o akıllara zarar bişidi benim için. Bu kalemlen de boyadığın şeyin üstünden geçince, anam o da nesi, boyadığın şey yok böyle silinip gidiyodu. Biz bu kalemlerlen ben diyim 9 siz diyin 2 saat falan oynadık. O zamanlar da bir tv kanalı vardı shopping tv şeklinde ama bugünkü shopping tv gibi değildi. her şey inanılmazdı. Öyle cep telfonu falan da satmıyolardı böyle gül şeklinde havuç kesme makinesi, dantelli kabak soyma makinesi gibi bir çocuğun hayran kalabilceği ne varsa onları izleyebiliyodunuz, bilenler bilir. 0800 ile başlıyan da bir numarası vardı hiç unutmam. Neyse işte, biz de o zamanki kültürel yapı, ekonomik düzen ve sosyal statümüzün etkisi ile nasıl bugünkü çocuklar mc donalds'çılık oynuyorsa, shopping tv'cilik oynamaya karar verdik. Kalemlerimizi aldık, geçtik odaya. Artık her yerimizi çizip boyuyoruz. İşte birisi telefon bağlantısı yapıyor, birisi pazarlamacı falan. Bakın kan lekesi, bakın sürüyorum, aaa gitti, ay evet resmen silindi, hayret dolu gözler, bağırmalar, inanamamalar, bütün çılgın efektler falan. Öyle de farklı çocuklardık yani.

Sonra tabi başladık duvarları boyamaya. Sonuçta her şeyi silen bi kalemimiz var. İşte duvara gizli gizli şifreler yazıyoruz, ne bileyim, önemli notlar alıyoruz, sonra da ünlü uzay fizikçisi edasıyla bilgiler çalınmasın diye her şeyi siliyoruz falan. Bu şekilde eğlenirken niçin bunu daha değişik şekillerde kullanmayalım dedik ve hiçbir cevap bulamadık. İşte o an, pek canım kuzenim elifceren'in yüzüne bıyık çizmeye başladık. Sonra da siliyoruz kalemimizle. Favori yapıyoruz, hooop neyse ki burda sihirli kalemimiz var her şeyi siliyor. Yap, sil, yap sil, bir eğlenmişiz ki sormayın. Artık eğlenmekten böyle ölcek seviyeye gelmişiz, uykumuz da tavan yapmış, haydi yatalım, bu çılgın gece bitmez arkadaşlar falan dedik. Ceren de girmiş dişini fırçalamaya. Dişini fırçalamış sonra ağzını çalkalamış. Anam bir geldi ki barış manço. Çizdiğimiz tüm bıyıklar favoriler ortaya çıkmış. Ağzını çalkalarken işte o herşeyi silen boyanın etkisi su ile kaybolmuş, hepsi akıp gitmiş, geriye kalmış sakal bıyık favori.

Kız ağlamaya başla, biz delir, napcağmızı şaşır, lan o zaman duvardakiler de mi geri gelcek diye düşün, sonra bi güzel duvarları sil, bütün her şey ortaya çık, neden sildik ki lan şimdi bunu kalsaydı bari diye düşün, kendimize kız, ceren de ortalıkta murat kekilli gibi dolaş, enem enem diye inle... Sonra tabi halam geldi annem geldi artık bütün evdeki ebeveynler geldi başımıza. Sonra bi de bizle dalga geçtiler falan. Elif de öyle sakallı bıyıklı ağlıyo allahım güler misin ağlar mısın? Neyse işte sonra her şey bi şekilde silindi düzeltildi, o gunden sonraki hayatı hakkında çok derin endişelere düşen cerenin de bütün epilasyonu yapıldı, rahatladı. Biz de yataklara gittik, bir zıbarmışız artık, oh ki ne oh.

Bu da böyle bir episode idi işte, bundan sonraki episode ne zaman olur bilemem ama aklıma gelince bu sefer üşenmiycem, hemen yazıcam. siyusuğn

14 Mart 2009 Cumartesi

The Marriage

4 Mart 2009 Çarşamba

Tatile Çıkalım mı?


Madonna - Holiday Live From Re-Invention Tour 2004
Uploaded by bebepanda

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode II

Priviyısli on DEHO: mum yakıyorduk yanılmıyorsam.

Evet dümbük beyinliler, mum yakmanın dayanılmaz hafifliğinde çılgınca eğleniyorduk dediğim gibi. Bir yak bir söndür derken habire de eriyen muma parmak daldırıp yeni oluşturduğumuz mum formlarını parmaklarımızdan kaldırıp masaya diziyorduk. İşte böyle bir ana rastgeldi her şey. Haldır huldur telefon çaldı ki arayan annemdi. O zamanlar iş hayatının karanlık girdaplarında boğulmakta olan annem bir kontrol etme bir hal hatır sorma hevesiylen evi arayıp eğlencemizi bir süreliğine bölmeye karar vermişti. Şimdi telefonu ilk ben mi açtım yoksa daha sonra devraldığımda mı mum devrildi hatırlamıyorum ama o gerzek mum tak diye devrildi, boyu devrilesice. O an çok fena sıçmıştık ama belli etmemeye çalıştık. İyi anne ya tamam hadi kapat falan modundaydık ama sesimizde telaş yok gibiydi. Ne zaman ki o telefon kapandı, masa örtüsünü şöylene bir kıvırıp sıcak sıcak dumanlı dumanlı banyoya doğru havalara ataraktan götürdük. Masa örtüsünün yanmasıyla beraber bir gençlik de bizimle beraber yanmıştı adeta. Gerekli tüm dayaklarımızı yedikten sonra bir süre sakin ve sıkıcı hayatımıza geri döndük.


Geri dönüşümüz ise adeta bir sanat akımı tadındaydı. Çini mürekkebinin ne kadar da ilginç bişi olduğunu fark ettiğimiz o gün, evet işte o gün, yeniden gülmeye, yeniden nefes almaya başlamıştık. Ancak bazı şeyler yalnız tek günlüktür. O gün gudubet kaderimiz yine bize bir oyun oynadı ve mürekkep şişesini bir güzel yeni masa örtüsünün üzerine devirdik. Böyle dantel işlemeli, çiçekleri de hafif hafif renklendirilmiş yuvarlak masa örtüsünün tam göbeğinde bir kara delik belirdi de tüm yaşam ümidimizi içine doğru çekmeye başladı o an. Neyse o dönemler bu kadar salak değildim de aklıma dahiyane bir dikir geldi. Dahiyane dediysem en azından birkaç günlüğüne yaşamamızı sağlayacak kadar işlevli bi fikirdi bu. Masa örtüsünün şam şeytanı görünümüne adeta bir derya baykal edasıylan yaklaştık. Ablamın odasından yürüttüğümüz daksil (yahut tipex) ile ince işçilik çıkardık diyebilirim. Bittiğinde hakaten kar beyazı bir görünümü vardı. Bu bizi birkaç gün idare etti. Neden sonra bir akşam yemeğinde annem masa örtüsündeki çiçeklerden birkaçının renkli değil de beyaz olması hususunda derin düşünceler dalıverdi işte. Sonra artık kaskatı kesilmiş olan kısmı şöyle bir parmakladı da ondan sonra tansiyonları falan düştü. Hayat buzdolabında fazla bekleyip üstü böyle 2 parmak kalınlığında kabuk tutmuş bir puding gibiydi.

Ancak bu son masa örtümüz değildi tabi ki. Maket bıçağını ve kesici özelliğini keşfettiğimiz zamanlardı, hatırlıyorum. Sürekli kağıtları katlayıp kesip duruyorduk. Ucu köreldikçe bir tık attırıp yeniden ve yeniden kesiyorduk, hey gidi hey. İşte eğlencenin doruklarında olduğumuz bir an şerafsız masa örtüsünü kestiğimizi fark ettik. (Zaten o dönemden sonra bi daha masa örtüleri ile hiçbir ilişkiye girmedim ben). Neyse ki benim o parlak zekam o dönem hala iş görüyordu, iş görüyo dediysem yani işte, kısmen. Biz de masa örtüsünü ters çevirdik kesiği bir arada tutucak şekilde güzelce bantladık. Aslında baya baya güzel olmuştu, dikkatle bakmadığınız sürece kırk yıl geçse o örtünün aslında yırtık olduğunu falan fark edemezdiniz. Annem tabi fark etti. Belki de kendi kendini üzücek şeyler arıyodu sürekli, bilemiyorum. Ama bence o da etkilendi bu çılgın fikrimizden; çünkü çok kötü bişi hatirlamiyorum o olaydan sonra.

Sonra bir vakit geldi ailecek Ankara'ya gittik, şu an nedenlerini hatırlamıyorum. İşte o inanılmaz tatilde, hayatımda görüp görebilceğim en nadide şeyle karşılaştım. Bunu da bir sonraki bölümde anlatmak üzere şimdilik gidiyorum.

1 Mart 2009 Pazar

Mart gelir

...ve tanrım kazmam küreğim yok.

24 Şubat 2009 Salı

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode I

Çok inanılmaz bi rüya gördüm. Zaten o an da hiç inanmadım olup bitenlere. Resmen yalandı her şey. Ben de uyandım Nuran'cım.

Geçen gün aklıma ranzanın altına sürdüğüm sümükler geldi. Eskiden dünyadaki en büyük haz kaynağımız oraya buraya kimse görmeden sümük sürebilmekti. Ha bi de 5. katta oturduğumuz için aşağı düşene kadar içeri kaçabilmek mümkündü tükürünce falan. Tükürmek hususunda çok irezil bi dönem de geçirmiştik pek değerli kardeşimlen. Tam öndeki iki dişin arasından "Fısk" diyerekten ileri doğru fışkırtılan tükürüklerimiz herhalde Bostanlı sokaklarının bugün hala bu denli temiz kalmasının temel nedenidir. Bu fısk fısk maceramız daha sonra ilerleyerek bir hastalık halini almıştı zira. Hatta öyle bir dönem geldi ki artık tükürmeden yaşayamaz olmuştuk. Bardaklarımız falan vardı tükürüğümüz gelince bardağa tükürerek rahatlıyoduk falan. Aksi takdirde ağızda biriken o tükürük biriktikçe birikiyodu falan. Bi şekilde atılması, vücuttan kovulması gerekiyodu. Bi nevi "tik" halini alan bu korkunç rahatsızlığımızdan bir gün acı bir şekilde kurtulmak zorunda kaldık. Erkenden tükürüverdiğimiz bir an o mendebur balgamımsı birikinti şülöp diye yine pek nadide arkadaşımızın annesinin tam önüne düşüverdi. Bir de utanmıyo gibi şülöp sesini çöp çöp öp öp ppp şeklinde sıkıntılı bir yankı takip etti. Tüm İzmir sınırlarından duyulan bu korkunç ses dinelip yok olduğunda o yaştaki her gerzek çocuk gibi kafamızı pencereden çıkarıp aşağı doğru baktığımızı ve ardından da tayyibi tekmeleyen at gibi hızla geri kaçtığımızı hatırlıyorum. Kurbanımızın alev alev bakan gözlerindeki o ifadeyle karşılaştığımız an artık bunun son tükrüğümüz olduğunu anlamıştık. Hemen tuvalete koşup 38-58 kere falan ardarda doyasıya tükürüp bu mevzuyu o noktada sonlandırmaya karar verdik. Ancak hayat küçük emrah filmleri gibi şaşırtıcı hüzünler barındırıyordu. Apartmanın haydut kapıcısı Metin Abi akşam akşam yemeğin tam ortasında zili çalıp bizi anamıza babamıza şikayet etti, komuşların şikayeti var diye de ekledi, vay hayvan vay. Bundan sonraki eğitici ve öğretici kısımlar elbette ki her türk genci için hayırlı olacak bazı noktalar içeriyor olabilir ancak şimdi bunları burda anlatıp kimseyi rencide etmek istemiyorum.

Bu son derece renkli ve hülyalı dönemimizin sonu gelmiş olsa da kendimize yepyeni ufuklar açacak kadar yaratıcı bireylerdik. Biz de kibrit yakıp söndürmece oynamaya başladık. Tüm dünyada çocukların severek oynadığı bu oyunu biz hayvanca bir zevk alarak oynadık diyebilirim. Mutfak balkonunda bulunan ve benim o dönemler çok gizemli bir diyardan - pek ala mısır olabilir - geldiğini düşündüğüm ancak esasen Menemen'deki çömlekçilerden alınma bir testimiz var. Bakkaldan toptan fiyatına ucuza aldığımız 6000 e yakın kibrit kutusunu her gün 48-65 tane falan yakıp sonra da testinin içine atarak ardından da o karanlıkta sönen kibritten gelen mükemmel yanık kokusunu içimize çekip oyhş diyerek neredeyse çocukluğumuzun en güzel vakitlerini en güzel şekilde değerlendirdik. En güzelini pek tabi ki bize annemiz öğretmişti. Annemizden zeka babamızdan kudret almıştık, bizi kim durdurabilirdi?

Pek tabi ki bizden 8 milyon yıl önce yer yüzüne ayak basmış olan cengaver annemiz... Anamızın anlamsız bi şekilde temizlemeye karar verdiği mutfak balkonunda gereksiz ve amaçsız yere ters çevirdiği testinin içinden minik leblebi taneleri gibi "pitir pitir" dökülen kibrit kardeşler - hepsi bir soykırım öyküsü gibi dile gelmişti adeta - o an çıramızın yandığını gösteren bi ironiydi sanki.

Bir "oltaymfeyvrıt" hobimiz daha yasaklanmıştı. Biz de daha çocukça ve daha masum bir şeylerle ilgilenmeye karar verdik. Ekmek bıçakları... Benim paslanmaz çelikten sarı saplı bir ekmek bıçağım vardı, kardeşimin de karındeşen cek görse ağlar diyebilceğim kara saplı bi ekmek bıçağı. Ninjalar gibi giyindiğimizi hayal ederek Yahayt' Huhuyt! edalarıyla kimi zaman yavaş çekim kimi zaman cekiçen hızında artistik hareketlerle salladığımız bıçaklarımızla oynamaya başladık. Ancak çok mükemmel bir Karakaplumbağa'nın Dönüşü hareketini yaparken kendi bacağıma sapladığım sarı bıçak bize bir şeylerin doğru olmadığını tekrar hatırlattı. Okayiyamaşita diye bağırdıktan sonra hiçbişi olmamış gibi tuvalete girip bacağımı kontrol ettiğimde halen de bacağımda izi duran mariana çukurunu gördüm. Soğukkanlılık ve cesaretle tıpkı ilk kan filmindeki silvestır abi gibi kendi yaramı kendim sarmaya karar verdim. Uzun uzun düşündükten sonra da kendi bacağını ekmek bıçağıyla yaran her çocuk gibi ben de selobant ve makyaj temizleme pamuğu ile tedavimi gerçekleştirdim. Zaten o yaşta yaralarımız çabucak kapandığı için olayın büyümesi ve medyaya yayılması da önlenmiş oldu.

Bu heycan dolu günlere bir süre ara verdikten sonra bu sefer de babamın isviçre çakısı ile hayatımızın en mutlu dakikalarını yaşamaya karar vermiştik ki yeni gelişmeye başlayan egolarımızın kurbanı olduk ve "bana ver bakıcam, hayır ben bakıcam" derken kardeşimin elini paketi yeni açılmış a4 kağıtların parmak keserken çıkardığı o ince ses eşliğinde kestim. Neyse ki tıp konusunda daha önceden geniş bir bilgi birikimim vardı da makyaj pamuğu ve selobantla ilk yardım müdahalesini kotardık. Bundan sonra yüksek dozda küfür ve hırpalanmaya maruz kalan körpecik bedenlerimizin kendine gelmesi bir hayli zaman aldı. Ancak yine de gücümüzü çabuk topladık ve "mum yakıp eriyen muma parmağını değdirmece" oynayama başladık. Ancak tüm dünyada tümmm çocuklar tarafından çılgınca oynanan bu inanılmaz oyun sırasında beklenmeyen bişi oldu.

Tabi bu entry de çok uzun oldu, o halde buna daha sonraki bölümlerde devam ediyim.

23 Şubat 2009 Pazartesi

21 Şubat 2009 Cumartesi

bir güzel cumartesi

yalnız kalpler de atarlar, bunu bir kenara yazın. eğer kışı atlatırsak güneye ineriz yazın.

14 Şubat 2009 Cumartesi

9 Şubat 2009 Pazartesi

If you don’t walk, might as well crawl

selam selam. neresi olduğunu artık kestiremediğim evimi ariyip dururkene gene döndüm istanbul'a. istanbul pek değişmemiş. sadece karmaşık olan şeyler biraz daha karmaşıklaşmış, oralar buralar delinmiş, birkaç yeni inşaat başlamış, birkaçı bitmiş. gene de herbir şeye rağmen bek in tavn, fiğlin gud.


yolda gelirken yanıma bir yaşlı amca oturdu. daha sonra 1930 yılında doğduğunu, eşi ile birlikte ticaretle uğraştığını, birçok çocuğu ve torunu olduğunu falan öğrendiğim bu şahıs daha otobüse ayağını atmış yanıma ilerleken beni hüzünlere doğru götürmüştü zaten. sanki yanıma oturcağını bilirmişim gibi aniden elimi kulaklığıma götürüp de kulaklarımı tıkamaya heveslenmiştim ki 27 numaranın "chatterbox" sahibi ürkek ceylan gözlerimden beni bir kaplan gibi yakaladı ve tam o saniye hınzırca bağlayıverdi. haydi 1 dedik 3 dedik 5 dedik ancak sonrası sürekli gelen 318 soru falan soran bu amca sonra da başladı kendini anlatmaya. aman efendim 45 yıldır istanbullu imiş de, o yıllarda istanbul hep yeşilmiş, binalar yokmuş, güngören denen yer mısır tarlasıymış, nişantaşı en güzel semt, sarıyere doğru hep ormanlar varmış falan da filan. tabi ki gudubet ruhum ilk önce alerjik bir tepkiyle birlikte ehi öhü evet pek tabi doğrudur şeklinde kaçamak cevaplar vermeye yöneldiyse de bir süre sonra bu yaşlı şahsı sevmeye onunla bir nebze olsun konuşmaya, bu yolculuğumda da müzik dinlememeye karar verdim. belki de konuşmak güzeldi, iletişim kurmak, paylaşmak hoş şeylerdi. bir sabahattin ali kahramanı olduğunu falan hayal ederek amcamlan konuşmaya devam ettim. daha doğrusu o devam etti ben de dinledim. ancak bir süre sonra ışıklar söndü ben de o arada biraz yamulmuşum. gözlerimi açtığımda bir mola yerine gelmiştik herkes iniş halindeydi. amca da inene kadar öylece bekledim. sonra ben de indim ve hemen tuvalete girdim. tabi ki uyandığım zamanlarda olduğu gibi öfkeli, hırçın ve çok ama çok soğuktum. kimseyi - özellikle de o amcayı - göresim yoktu. kendisinden resmen kaçtım. hatta gittim bir ayran aldım bi güzel diktim kafama ki otobüse binince hemen uyuyayım, her şey güzel olsun. ancak otobüse döndüğümde amca zibek gibi dikelmiş beni beklemekteydi. aman efendim çok merak etmiş de, muavine sölücekmiş tam nerede bu delikanlı diye de, görmemiş de beni dışarda da... falan filan. ben de ehi öhü pek tabi olabiler, bakın geldim falan dedim. hay demez olaydım. bu başladı gene konuşmaya. kendisi de yıllar önce bir arkadaşı ile otobüs olayına girmiş. muavinlik yapmış. ama çok az para getiriyomuş bu iş. falan da filan. o sırada benim baygın ve hüzünlü bakışlarımı gören muavin beni kurtarmak için yanımıza geldi ve amcayla konuşmaya başladı. ben de bir derin oh çektim o an içimden. ancak amca bu sefer de muavini bağlayınca muavin abi ehü öhü neyse amcacım ben bir su dağıtayım dedi kaçtı. kaldım mı gene amcaya ben? zıbır zıbır konuşmaya devam eden amca artık bir mide bulantısı efekti gibiydi. böyle yanar döner kristal efektli bir türk filmiydi sanki. arabadan 29 kere montajlanarak fırlayıp yere devrilen bir banu alkan'dı amca. muavin kek çay falan dağıtırken kahve istedi kendisi ben de çay istedim. anca 3ü1aradasını açamayan amca benden rica edince ve ben de bir güzel açıp suyuna boca edip bir de üstüne güzelcene bir karıştırınca olanlar oldu "oh yahu, sen de torunum gibi oldun, pek sevdim seni, artık sabaha kadar konuşa konuşa gideriz" deyiverdi. işte o an acıların kadını bergen olsun, ferdi tayfur olsun, küçük emrah olsun, hepsi birden böhüüü deyerekten ağlamaya başladılar sol beynimde. uçsuz bucaksız çöllerde kalmış gibi ağzım kurudu, tansiyonlarım düştü. benim yerimde hülya koçyiğit olsa çoktan hıçkıra-koşarak otobüsten fırlamış ve yol kenarına mantıksız bir şekilde bırakılmış bir yatağa kendini atarak zıplaya zıplaya ağlamaya başlamıştı. ancak ben naptım? bir sawyer gibi sessizce cam tarafına dönerek fak yu men dedim içimden. neyse ki allahbaba o an tüm kulları arasında gerçekten en çok beni sevdiğine karar verdi de otobüsün ışıkları pat diye söndü. ben de sönen ışıklarla beraber ışık hızıyla kafamı koltuğa devirdim ve uyuyormuşgibiyapmaya başladım. amca pek çok kereler beni dürttü, derin homurtular etti falan ama resmen hiç siklemedim kendisini. zaten sonra etraftaki kadınlardan birisi amcaya bir soru mu sordu ne, amca sabaha kadar o kadınların tümünü bir güzel heba etti. istanbul sınırlarına girdiğimizde hala mışıl mışıl uyuyan bedenim aniden sarsıldı. allah yarabbi diyerek bir hışımla gözlerimi açtığımda gördüm ki ataşehire gelmişiz, amca da inecekmiş, inmeden alasmaldık demek için beni bir güzel teperekten uyandırmış. o an deliler gibi sinirlenmiş olsam da gene de amcanın belki de sonsuza kadar yanımdan gidiyor oluşundan tarifsiz bir keyif duydum. gevrek gevrek gülerken amca son olarak "enşallah gene görüşürüz" deyince ben de gayri ihtiyari "amin amin" dedim. yani yetmiyomuş gibi bir double amin çektim bu duaya. allah da beni hayırlara sevketsin artık.


evet tombalak-dümbelekler, böyle acılarla dolu bir yolculuktan sonra ne istanbul trafiği ne havaların soğuğu, bir süre hiçbir şey beni rahatsız etmedi. ama şimdi okul da başladı ben çok çabuk eski halime dönerim diye düşünüyorum. gerçi beirut'un yeni albümü öyle bir güzel olmuş ki bir süre daha hazırdan yiyebilirim. gözlerimi kapayınca bahar gelmiş gibi geliyor, olsa o kadar yani.

27 Ocak 2009 Salı

my name is tristan

istanbugulama - H.T. / Link

selam selam. neresi olduğunu artık kestiremediğim evimi ariyip dururkene gene geldim izmir'e. izmir pek değişmemiş. sadece güzel olan şeylerin önü kapanmış, sevdiğim şeylerin üstünden altından yollar geçmiş falan filan. yollar yapmışlar, köprüler yapmışlar, geniş delikler açmışlar metrolar geçsin deyü. geyik yani. ama gene de istanbul'un kaprislerinden uzak kendi halinde umut vadeden yapsı ile bir kez daha hoşuma gitmedi değil. ama nolursa olsun - nölürse ölsün - insan şehirde yaşıycaksa şehirde yaşamalı. tamam istanbul da büyük karmaşık bir köy gibi ama izmir de aman pek güzel pek şahane bi şehir diil. belki onca yatırımı oralara değil buralara yapsalar bi işe yarar ama o da uzuuun bi süre boyunca olmuycak besbelli.


aman neyse banana şehirlerden falan, ilgim diil alakam diil. değil mi ki benim tek mutluluğum güzel bi ayakkabı güzel bi yemek güzel bi pasta güzel bi gömlek, değil mi ki benim tek mutluluğum baharlar yazlar aystiiler kolalar değil mi ki benim tüm enerjim akşam gezmeleri salıncaklar mısırcı amcalardan mısır almalar sahilde dolanmalar... o halde ne deyün gene girdim böyle bi konuya? hemen tüm her şeyi bir kalemde siliyorum unutuyorum.


petrik'in yeni albümünü, lost'un 3. bölümünü ve proje kurasını beklerken bir süreliğine izmir'deyim işte. geçen gün paris'teydim yeni geldim yorgunluğunda olan arkadaşlarım, ya of türkiye'ye geldim ve hemen sıkıldıım kaprisinde dolanan sevdiceklerim, yani olmazsa yazın da staj falan yaparım hiçolmadı hollanda'ya gidicem asaletindeki huysuzlarım, edepsizlerim, arsızlarım. sizi pek tabi seviyorum ancak ayağınızı şu ülkenin sınırları dışına attığınız anda size hem gıcık hem de uyuz oluyorum - ha şunu bileysunuz isterim. ben burda orda şurda falan pek nadiren değişik bir şey yaparken görürken yerken içerken siz orlarda fink atıp geziyonuz görüyonuz ya, ben de bundan kelli size adam demiyom bunu da biliniz çakma seyyahlarım. zaten avrupa yakası da yayını durdurdu artık napsam bilemiyorum.

haa bunların yanısıra Hakan Tekeli adlı kendinbilmez bir insan "Post-it® Not kullanarak kendi İstanbul tasarımını yarat!" konulu tasarım yarışmasına heykelsel bi açıdan katılıp sonra da 2. oldu. Burdan pek nadide laflarını yazmak ve bir nebze de olsun hep beraber sası sası gülümsemek amacıylan şunları da kop ve peyst ediyorum EY HALK : "Balık tabağının içinde İstanbul'u birleştirdim. İstanbul'un hareketli yapısını göz önüne alarak hareket eden bir şeye dönüştürdüm, altına lamba yapıştırdım. Bayram tatilinde ve yavaş yavaş hazırlandım, bir el öptüm, bir pul yapıştırdım."

şimdilik haberler böyle. eğer izmir'de sıkılıp da patlamazsam falan projesel kuralarım için yakında istanbul'a geri döneceğim. her güzel şeyin bir sonu varmış sayın seyirciler bu tatil de bitecek fazla umutlanmayın. o halde bir bilmece ile sonlandıralım bu girdimizi:

"istanbul'un hareketli yapısını göz önüne alan,
hareket eden bir ŞEY,
ayrıca altında da ampulleri var,
bilin bakalım NEY?"


18 Ocak 2009 Pazar

Zers noğ Limizz

While you and i have lips and voices which
are for kissing and to sing with
who cares if some oneeyed son of a bitch
invents an instrument to measure the Spring with?


Concert improvisé de Bjork au Baron
Yükleyen LaNuitTV

Dünyanın en inanılmaz insanı ben olabilirim şu iki gündür. dün 8 saat sonra lak diye gözlerimi açtım. na bak işte bugun de gene 12 bucukta kalkiyim diye yatmıştım 12:20 de höt diye ayıldım. nasıl bir mükemmellik nasıl bir prensip sahibi olma durumudur bu kanıma işleyen, kimden bulaştı bilmiyorum ama mutlandım. şimdi pencereden gene şu mevsimin sunabilceği en güzel güneş ışığı içeri vuruyor. güneş görünce ben de sanki sıcakmış gibi ısındım. demek ki neymiş her şey piskolojikmiş.

istiyorum ki şöyle fethiye'de bir yazlığım olsun. bir geniş bahçesi olsun çimen çimen. arka tarafında da şöyle ufak bir asma olsun gölge yapsın falan. sabahları erken kalkıp yürümek istemiyorum öyle yaşlılar gibi. gayet geç falan kalkabilirim mesela. hem böylece senede bir erken kalkınca bu benim için çok değerli bişi olur. sonra denize gideyim foşur foşur yüzeyim. yalnız tabi tek başıma olmiyim. ne bilim bikaç tanıdık da olsun çünkü dalgalarda falan debelenmek anca bikaç kişiyle beraberken güzel oluyo. bu açıdan o şahıslar beni anladılar, ben biliyorum. sonra istiyorum ki böyle çok rahat bi işim olsun. mesela tabak kenarlarına güzel güzel fethiye yaziyim her ay da beni geçindircek bi para versinler bana. iyi tamam çiçek böcek de çizerim. yani dediğim çok zorlamasın yormasın beni. bişi beklemesin işim benden. ben yalnızca yaşamsal fonksiyonlarımı sürdürmek istiyorum. bir nevi bitkisel hayat (yani yine güzeliz yine çiçek). öyle bişiler.

diyorum ben senede bi iki kere böyle erken kalkınca hele bi de üstüme güneş vurunca bu şekilde nerdeyse komple Amerika kıtasını satın alcak kadar umut dolu oluyor içim. ya bi de mesela akşam olsun, hava da sıcak olsun, system down tişörtümü giyiyim, sonra çok güzel bişiler yiyim, sonra kahve içiyim, sonra dondurma yiyim böle artık canım ne isterse hepsini 8-10 katını ödeyerek yapiyim ama gene de moralmanım bozulmasın. sonra sabah uyanıp efkarlanırım ama yapiyim bi hovardalık be hacı.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Disko disko!

Send your own ElfYourself eCards

13 Ocak 2009 Salı

L'homme à la Moto

Bu sabah garip bi şekilde uyandım böyle iki büklüm olmuşum gene kafa bi yerde göt bi yerde boynum tutulmuş ayaklarım üşümüş midem allak bullak. hemen sonrasında da tostumu yiyip (...) fırladım dışarı. baharlardan çalınmış nadide bir gün imiş meğer bugün. öyle güzel öyle güzeldi ki her yer. bir güneşler, bir aydınlıklar, bir mutlu bakan gözler, bir curcuna. tüm acı dolu son dakikalarıma rağmen (bkz. göte doğru gelen proje) ve parasızlığıma rağmen (bkz. cepte kalan son liralar) yine de okulsal alışverişlerimi yaptım (tabi ki her zamanki gibi kazığımı falan yedim o ayrı) sonra da paşa paşa evime döndüm. artık hava kararmış karnım da acıkmıştı. aa ayrıca günün en güzel kısmı tüm yorgunluğun üstüne pattesli kapalı pide yiyip ıscacık bi çay içmekti onu da belirtmeden edemiycem.

Her ne ise şimdi eve geldim yemek yaptım falan. hatta tüm bulaşıkları da hemen yıkadım. zaten uzun süredir (2 gündür falan bugünü de sayarsak) bulaşıkları hemen yıkıyorum. su içiyorum yıkıyorum yani (buna pınar kesin inanmıcak) öyle bi azmim geldi (zaten abarttım pınar merak etme).

neyseciğme bugün sürrrrekli olarak bana hatırlatılan ima edilen yanlışlıkla erken kutlanan yok yere kargolara falan gitmeme (bkz. über-heycanlı sempatik babam) ve hay-allah zaten bugün gönderdik yarın gelicik heralde diye geri dönmeme yol açan nacizane doğum günüm için ne istediğime karar verdim. gazze'deki olayların sona ermesi demek isterdim fakat poposu güvende, her gece alemlerde insanlar gibi davranmak istemediğime karar verdim. ama tabi istediğim ergenekonu kavrayabilmek de değil. bunu bikaç on yıl sonraki doğum günüme saklıyorum. benim istediğim hayatımın sonuna kadar dılılı diycek bi akbil.

ne kadar lüzumsuz bi insansın dediğinizi duyar gibi oldum. o yüzden bu isteğimi de gelecek yıla kaldırmayı düşünüyorum. benim istediğim aslında (annem olsa tam şu an eşşeğin sikini istiyosun derdi) bi uçağın inip bi uçağın kalkmaması. bütün uçakların iptal olması bazen. ne biliyim tüm hayatın hep bi arada kalabilmesi ya da sadece bi aradayken yaşamak. ayrı gayrı olcaksa ne biliyim uyusak falan. öyle bişi.

ama biliyorum bu da olmıcak, herkes her şey istediği gibi sürüp gidicek ben de sürekli yanan midem, sık sık tutulan belim ve yerden soğutmalı evimlen bir süre daha yaşamaya devam edicem. ama sonra bahar gelicek, dimi lan, bahar gelicek evet. her şey, herkes, bütün güzel şeyler geri dönücek. o zaman yıldız korusunda badminton oynamaya çıkıcaz; tişörtlerimiz vernel kokucak falan.

hmm ya o zaman şey tamam ben şu an karar verdim ben şey istiyorum doğalgaz zamları geri alınsın. bence çok mantıklı.


ayrıca başlığa gelince, bu sabah uyandığımda ağzıma takıldı bu şarkı. hatta bunu söyleyerek uyandım, olsa o kadar yani. halbuki pek de sevmezdim. öyle yaziyim dedim hoşluk olsun boşluk dolsun.

1 Ocak 2009 Perşembe

hepimiz cücüğüz

şu an yenilenmiş ve taze olmak isterdim fekat hastalığın pençesine takılmış gariban bir arkadaşım ve içemediğim içkiler, atamadığım göbekler, zıplayamadığım anlar var aklımda. ayrıcana da soğuk, çok soğuk. mendebur bir yılbaşıydı belki ama olsun, tüm yıl boyunca zilyon zıpırlık ettik sonu da böyle olsun başı da böyle oluversin napalım. hem zaten yılbaşı yerine soğuğa laf etmek daha güzel. hayır yani, bir ekran koruyucu olarak güneşli havayı seçip pratikte göt donduran bir tutum sergilemek neyin nesidir. mikail sen napıyosun?


geçen gün fıstıklı tombi şeklinde otobüse doğru koşarken - kalın montum içimde de kapişonlu mavilim - dedim bu insan işi birşiy mi? niçün dedim kendime, niçin 22RE ye yetişirken tiril tişörtlerimle sanki sahilde darıcı görmüş gibi rahatça depar atamıyorum? niçin 25E ye doğru sürünürken sürekli bir balon gibiyim, gururlu ve göbekli amcalar gibi paytak adımlar atmak zorundayım? lahanalar gibi yaşamak yaşamak mıdır? lahanalar alınmayın.



madem kar yağmıycak neden serpiştiriyo? yani hiç davranmasın, otursun oturduğu yere. boş yere heycanlandırmasın insanı. buna edging derler, gösterip vermemek derler. sürekli bir soğuk durumlar, sürekli bir üşütmeler hasta etmeler. bunlar bize yakışan şeyler değil. hayır kime yakışır yumurta beyazı sümük, kime yakışır borozan gibi öksürmeler? kim 8 kat giyinip de ince belli kalmış, kim eldiven giyip de cüzdanında para çıkarabilmiş? bunlar bizi bozan, bize ters hareketler.
soğan gibi kat kat dökünmek ve bir cücük olarak kalmak istiyorum.