26 Kasım 2009 Perşembe

Cuxhaven


Dün müydü önceki gün müydü şu an tam bilemedim çünkü çok pis uyumuşum tarih de hızla geçmiş sanki. Neyse işte fotoşop dersi sonrası diyelim, bilgisayarları eve bırakıp Schloss'un arka tarafındaki sokakları gezmeye karar verdiğimiz bi zamandı işte. Oralar güzel çünkü akşam daha da güzeldir diye düşündük. Baktık baya boşmuş. Nedense burda insanların 8'den sonra çok fene uykusu geliyo, anlamadım bu işi. Biraz dolandık falan sonra caddeden geçtik böyle büyük bi park vardı. Parkın ortasında da böle büyüük bi anıt bakalım dedik neyi anıyorlar. Ama işte orda bi adam vardı, karanlıkta, pek tekin bi yer değil gibi geldi bize. Sonuçta çıkarın lan paraları dese Almancamız şu an ona yetmiyor, sori vi dont spik cörmın desek daha da fena bişi. O zaman biz burdan tırıs tırıs gidelim dedik. Adam da peşimizden gelmeye başladı. Sanki böyle hızlanır gibi oldu, ben o an çok pis tırstım, Murad da tırsmış ama o böyle dayı gibi yürümeye başladı. Dedim mantıklı, ben de hafif kollar açık ağır ağır yürüyüm, bi şekilde kaçtık. Adam bi süre daha arkadaydı sonra kaybolmuş. Biz de o korkuyla ilerlemişiz. Anam bi baktık büyük bi bina var ilerde, alla alla nere ki orası dedik ilerledik, bi de baktık ki tren garıymış. Braunschweig'a ayak bastığım ilk günü hatırladım. Elimde koca bi valizle ezik ezik acaba otobüse beni alırlar mı diye düşünmüştüm. Komikmişim o zamanlar ben. Neyse işte dedim bence trene atlıyalım gidelim buralardan. Murad da dedi valla gidelim. Dedim hatta ilk trene binelim böyle gidelim nereye gidiyosa, zaten akşam olmuş 9 sabah ineriz bi yerde bakarız ne varmış. O ara baya bu tür geyikler yaptık falan bi süre sonra iş ciddiye bindi.


Tren garında iki tip tren saatlerine bakıyoruz. Ben zaten hanidir yukarda bi yerlere gitmek istiyorum. Sonra info'daki adama sordum ken yu spik ingliş dedim eaooıı yee ıı lidıl bit dedi, dedim olsun amca o da yeter ben yavaş konuşucam korkma. Dedim biz Cuxhaven'a gidicez ilk treniniz kaçta, dedi şimdi ben tam bilemiyorum bi bakıyım, baktı, dedi yalnız tren işte şu saatte ama en son Bremerhaven var bugün, sorry dedi. Dedim üzme kendini böyle yapma lütfen, olsun, senin hatan değil ki. Bize bi kağıt verdi üstünde trenler saatleri gittikleri yerler. Baktım ama Cuxhaven'a giden tren var yani. Sabah 5 te falan bi tren var görünüyo. Dedim tamam 9 39 trenine binelim gidelim işte, Murad da dedi bana uyar, dedim ohoo bana baya baya uyar, yok dedi en iyi bana uyar, dedim yapma bana tam gelir bu. O şekilde hemen gittik Burger King'den bişiler aldık koşarak trene atladık. Ondan önce tabi info'da bi kadın bulduk ona da sorduk, ki onun ingilizcesi daha iyiydi, dedi Bremerhaven'da bakın 4 saat beklemeniz lazım. Dedik ne fark eder, gezeriz yani, dedi siz bilirsiniz, dedim tamam bebeğim sen de üzülme şimdi lütfen. Bindik biz trene.

Önce Hannover'e geldik trenden indik şöyle bi etrafta döndük sonra gidip sıcak çikolata aldık. Sonra orda bi aburcubur makinesi vardı, baktık birisi cips almaya çalışmış ama cips takılmış kalmış. Murad dedi benimle aynı şeyi mi düşünüyosun, aynı amerikan filmlerinden bir replikti, ben de hemen amerikan filmlerindeki gibi evet dedim. Sonra hemen bişiler düşündüm. Neyse sonra anladım zaten ne düşündüğünü hemen bi 50 cent çıkardım, attık, 11 e bastık, önce takılan cips düştü sonra arkasındaki cips de düştü. O an Avrupa'yı fetheden Türklerdik biz, çok gururluyduk. Cipsleri alıp Bremen trenine bindik. Trenler de bomboş zaten kimseler yok vagonlar bizim, yayıldık iyice.

Bremen'de indik bi sonraki trene 10 - 15 dakka falan vardı. Ben bi dışarı çıktım baktım falan ama pek de bişi göremedim. Sonra girdim gittik diğer treni beklemeye. Sonra tren geldi ama azcık gecikti, bu bizi çok üzdü, Almanya'ya bunu yakıştıramadık diyebilirim. 15 dakikalık bu rötardan sonra trendeki yerlerimizi aldık. Tren laylaylom giderken biz de hafiften düşüncelere dalmışız acaba bu önümüzdeki 4 saatte neler yapsak diye. Sonra tren Bremerhaven'a doğru giderken farklı yerlerde durup yolcu indirdi. O ara korkmaya başladık. Her durduğumuz yer biraz daha ormana benziyordu. İlk önce gar ortamı yok oldu, sonra oturaklar gitti, sonra ağaçlar geldi, hatta en son bi durakta etrafta kuru kafalar ve domuzlar vardı diyebilirim. Bi şekilde Bremerhaven'a geldik ama trendeki son dakikalarımızı hatırlıyorum, cama yapışmışız, abi ışık yok, göremiyorum, o ne, o bi ağaç mı? Allah kahretsin sıçtık şu an, orman burası, napıcaz şeklinde yarı ağlamaklı bi haldeyiz. Sonra indik bi baktık solda ışıklar var böle bikaç bina var, Murad'ın o acıklı cümlesini duydum o an işte, abi uygarlık! dedi. Hakaten de sol tarafta yaşanılan yerler vardı, sevindik. Hemen aşağı indik, ama aşağı inerken hafif bir hayal kırıklığı yerleşti içime. Öncelikle alt kata giden merdivenlerin ven bekleme salonları, kafeler ve dükkanlara açılacağını düşünmüştüm ama sadece bir boşluğa çıktık. Bisiklet park yerleri boştu. Duraklar boştu. Evlerin ışıkları kapalıydı. Her yer terk edilmişti gibiydi sanki. Sonra arkamızdan gelen iki kadın vardı ben hemen dünyanın en kibar insanı oldum ve en az 1 metrelik bir mesafe bırakarak (yani gece yarısı Alman insanını korkutmamaya çalışarak) Eksküyz mi, dedim. Dedim biz şimdi buraya bu trenle geldik, saat de bakın 1. Şimdi elimizdeki kağıda göre bi sonraki trenimiz 5.12'de kalkıcak. 4 saatimiz var. Burada oturabileceğimiz bi yerler, ne biliyim bi kafe bişi var mı, ne tarafta falan diye sordum. O sırada işte kadının suratı sürekli daha umutsuz daha üzgün ve daha korkutucu bi hal aldı. ÖÖÖÖ, dedi ilk olarak. O "ö" yü asla unutamıycam, buralar yani, nası desem, burda bişi yok ki, dedi sonra. Diğeri de arka tarafta taksi durağı olması lazım onlara sorun ama buralar böyle boştur şu an dedi. Kalbimizi kırdı yani, eline aldı ve böyle sıktı büzüştürdü sonra da kaldırım kenarına fırlattı. Biz de bari merkeze gidelim merkezde kesin ama mutlaka bi yer vardır diye düşündük. Gecelerin bitmediği bi şehirden geldiğimiz için bize göre daima açık bir bakkal açık bir kafe vardı yani. Olmalıydı.

Ama yokmuş. Hava da fena soğuktu, ben de nedense o gün çok kalın giyinmemeye karar vermiştim, ne akılsa. Sonra önce bi mc donalds bulduk, o an tanrı'ya teşekkür ettiğimi hatırlıyorum. Tanrı'da hemen bi yanıt gönderdi zaten, şöyle yazmış:

"Hehehe, bi dakka ya nası yani inandın mı, bu mc donalds Drive In hizmet veriyo, ayrıca şu an kapalılar, sabah 10 da falan açılır, Mikail'in selamı var, öpüyorum."

Saatime baktım, hala 4 saatimiz vardı, çünkü zaten yuvarlak hesap yapıp 4 saat var demiştik kendimize, ama daha yeni 4 saat kalmaya başlamıştı. Sonra ilerde bi benzinci gördük, hemen ona gittik. Camdan içeri baktım içerde bi kaç kişi vardı, otomatik kapı açılmıyodu. Bana doğru baktılar ve kafalarını çevirdiler. Bi süre daha bekledim ama hiçbişi olmadı. O an domuz gribinin Almanya'dan yayılmaya başladığını da anlamış oldum. Ama burda grip şeklinde değildi daha çok kronik bi rahatsızlıktı.

Sonra işte bi durak bulduk oraya sığındık. Durağın iki yanı kapalı olduğu için orda sıcaklık -18 derece değil -10 falan gibiydi. Orası bi nevi kaloriferli bi bekleme salonu oldu bizim için. Sonra bi ara ben gaza geldim dedim: "Murad kalk McDonald's a gidelim yalvaralım, böyle böyle diyelim ölüyoruz diyelim bizi alırlar hem çay içeriz, her şey güzel olucak, McDonald's bu, ikinci evimiz sayılır dedim. Murad evet dedi yaparız dedi iyi insanlar vardır içerde dedi, koşmaya başladık. Ama koşunca hava sıcaklığı -23e falan düşüyodu yürümeye başladık. İşte o sırada ben inanılmaz bi tasarım oluşturdum ve eldivenlerimden atkı yaptım." (New Design with Found Objects - 2009 November - p. 229)

Artık bi atkım da olduğu için özgüvenim tavandı. Sonra Mc Donald's kapısına vardık, içeri doğru baktım, aklımda excuse me ile başlıyan çeşitli acıklı cümleler vardı zaten, hangisi ile başlasam onu düşünüyodum. Sonra içerde bi kız gördüm. Sonra biri daha vardı. Konuşuyolardı. Sonra beni gördüler, baktılar, sonra kafalarını çevirdiler, konuşmaya devam ettiler. Onlar da hastalanmıştı, herkes ölümcül bir virüsün etkisindeydi ve kurtulmaları imkansızdı. Ben de bi türk olduğum için çok gururum kırıldı o an, polonyalılar gibi cama falan vurup bi bakar mısın diyemedim, o an "kültürler arası ölüm öncesi davranış bozukluğu farkları" başlıklı yazısı geldi aklıma Beaudelaire'in. Keşke o yazısını yayınlasaydı, çünkü gerçekten doğruymuş söyledikleri. Çok terslemiştim onu o gün, meğer haklıymış. Her neyse...

Sonra sinirden gitti bi yere işedi, benim de çişim vardı ama ben o an kötü talihimi düşündüm ve işerken Alman polisi tarafından yakalandığımı ve bu nedenle nezarethaneye götürüldüğümü hayal ettim ve vaz geçtim. Biraz etrafta dolandık falan sonra bu kez de belki araba taklidi yaparsak Mc Donald's tan kahve alabiliriz diye düşündük. Sonra araba yolundan içeri ilerledik. Kırmızı bi makine vardı, hamburger kola resimleri, fiyatlar, bi ekran, hoparlör, ve tam o sırada "İyi geceler, siparişinizi alabilir miyim" diye bi ses geldi hoparlörden. Anamm dedim ben, duydular mı bilmiyorum, meğer orda özel sensörler varmış araba gelince anlamak için, bizi hakaten araba sandılar hohoho diye güldük ama kadın hala bekliyodu, tekrar etti "siparişinizi alabilir miyim?" dedi. Söyle abi kahve istiyoruz de, dedi Murad. Ben de ööö vi vud layk tu hev tu kafiiz piliiz, dedim. Böyle anlarda dünyanın en salak cümlelerini söylemek benim için bi var oluş diyebilirim. Sonra kadın garip sesler çıkararak İngilizce moduna geçti. ok, two cofees, dedi sonra bişi dedi anlamadım. Ekranda para işareti çıktı, fiyat yazdı. O an dedim lan burdan elektronik olarak mı ödicez nolcak, sori? dedim, sonra kadın fark etti almanca konuştuğunu, ikinci kısma ilerleyebilirsiniz dedi, biz de öyle yaptık. Bi pencereden kahvelerimizi aldık, paramızı verdik. Sonra ben son bi umut kadın döndüm dedim böyle böyle biz işte saatlerdir burdayız tren garından bakın saat 5.12 de trenimiz var ama donmak üzereyiz burda gidebilceğimiz bi yer var mı, dedim. O da bana tren garının yerini anlattı, dedim hayatım, nar tanem, onu ben de biliyorum demek istediğim burda bi kafe restoran bişi var mı böyle kapalı bi mekan, dedim, öööö dedi, o an zaten hayat anlamını kaybetmişti benim için. İlerde bi yerde bi restoran var ama açık mı bilmiyorum dedi. Ben de insanlık ölmüş, dicektim ama o an tam toparlayamadım cümleyi, tenk yu, dedim. Gittik.

Araba yıkama merkezinin kuytu bi köşesine sindik, beklemeye başladık tekrar, camlara beni yıka falan yazdık, en azından hala Domuz Gribi değildik. Sonra uzun bi kaldırım vardı, sence bu uçtan diğer uca kaç adımdır diye sordu Murad, zaman geçirmek için sormuştu anladım, bilmem bakalım dedim. Sonra adım adım saydık. 10 dakka falan geçirdik farkında olmadan. 253 buçuk adımlık kaldırımı arkada bırakıp tekrar otobüs durağına döndük. Orası sıcaktık çünkü, hem ışık vardı hem de sol tarafa geçen arabalardan ben, sağa giden arabalardan Murad 1 puan alıyorduk ve 5-2 ben öndeydim, ortada kazanabileceğim bi oyun vardı yani.

Bekle bekle saat 4 buçuk oldu, artık Murad üşümekten iyice fenalaşmıştı, zaten son iki saattir neden böyle bişi yaptık, çok saçma bi fikirdi, şu an evde uyuyo olabilirdim gibi şeyler diyip duruyodu. Ben de - ki normalde böyle durumlarda mız mızlık eden kişi ben olurum - gene de aslında eğlenceli bişi olduğunu falan söylüyodum, hatta açıkçası inanıyodum da buna. Güzeldi yani, dünyanın biraz daha tepesinde olmak, evde oturup 2 dakkada bir feysbuk sayfasını yenilememek, dışarda olmak falan. Neyse işte bi şekilde yavaştan yola çıktık saat 5e 10 kala gara vardık, 22 dakkamız vardı. o arada acaba bu garın uzunluğu nedir diye düşündük, adım adım saydık, bi şekilde vakit geçti de tren geldi, sonra trene bindik de ısındık, ısındık da biraz mayıştık, uyumuşuz. Sonra işte saat 5.57'de Cuxhaven garına vardık. İndik, tren saatlerine baktık, 10 buçukta bi tren varmış dedik dışarı çıktık.

Dışarıda güzel bi karanlık vardı, güneşin doğmasına 1 saat var diye düşündük. Etrafta dolanmaya başladık. Hava iyice soğuktu artık, sonra Deutsche Bank'a girdik ısındık biraz, tekrar çıktık bi süre denizi aradık, o ara sokakları gezmiş olduk, yavaştan dükkanlar açılmaya başladı, güzel kokular geliyodu her yerden. Bi şekilde bi info noktası bulduk, haritayı inceledik, denizden pek uzak değildik, sonra dümdüz yürüdük de deniz tarafına vardık. Ama hava çok karanlıktı, Murad da karanlıkta denizden pek haz etmiyomuş, dalgalar bizi içine çeker, dedi, tamam dedim. Güneşin doğmasını bekledik bi süre ama hava çok az aydınlandı sadece sonra da hiç bi değişim olmadı. Sonra şöyle bi kalktık baktık da fark ettik meğer güneş doğmuş, ama üzerimizde çok büyük ve çok kalın bi bulut tabakası varmış. Böyle ufukta bi yede bulutların arasından gerçek gökyüzü görünüyodu yani, hava aydınlık güzel aslında yukarda, ama işte Cuxhaven topraklarında gece gibi her yer. Sonra sahile doğru yürüdük deniz kıyısına vardık. Kuzey Denizi vardı, çok sakindi her yer. Güzelmiş ya, sevdim ben ama çok soğuktu, yorgunduk uykuluyduk, gene de güzeldi. Biraz daha dolandık sonra gittik BackWERK'te bişiler yedik çay içtik, sabah oldu iyice, çok az daha aydınlandı hava. Sonra gara erken gittik belki daha önce bi tren vardır diye, hakikaten de varmış, 9 buçuk trenine bindik, uyuklaya uyuklaya eve döndük.

Murad bundan sonra hiçbi yere gitmiyceğini evden de dışarı çıkmıycağını söyledi son söz olarak, ben de bundan sonra daha çok dışarı çıkmaya karar verdim ama kesinlikle atkı alıcam.

2 yorum:

KIZÇOCUĞU dedi ki...

bi şey dicem de, benim Fransa'daykene bir telefon kulübesinde sabahladığımı hatırlar mısın? aynı absürt saatler, aynı soğuk insanlar, aynı çaresizlik. Şimdi biz bütün Erasmuslar nasıl oluyor da aynı deneyimleri yaşıyoruz ?
Bir muamma ki sorma.

Unknown dedi ki...

Hatırlamam mı, o zaman içimden demiştim ki: "Yaw böyle nasıl bi delidir bu çocuklar, ben anaları babaları olsam pata küte girişirdim, akıllar bir karış havada."

Fekat hayatın çok çekici bir kokusu varmış bazen işte.