15 Nisan 2008 Salı

ERIN

Denizin açıklarında bir yerde büyük bir balina gördüm. Yeşile çalan bir rengi vardı; yaza doğru iyice kızaran iğdelerin yeşiline benziyordu; büyük ve yaşlı bir balina olmalı. Ayaklarımla ince kumda açtığım çukura yavaşça denizin köpüklü ve tuzlu suyu dolmaya başladı. Erin nerede bilmiyorum. Uzak bir yere gitmiş olması bana her zamankinden de büyük bir güven verdi. Onu merak etmemeyi öğrendiğimden beridir uzakta bir yerde olması sanki daha güzelmiş gibi hissediyorum. Büyük ihtimalle üssüz denize girmiştir; kadınların en rahat hissettikleri anların sutyensiz gezebildikleri anlardan ibaret olduğunu bir mayıs sabahı verandada otururken Erin söylemişti bana. Denizin köpüklü ve tuzlu suyu ayaklarımın açtığı çukurlardan en ince kum tanelerini söküp alarak geriye doğru devriliyor. Hızla gelen yeni bir dalga ile giden gelene, gelen gidene çarpıp daha çok köpük yapıyor.

Ayağa kalkıyorum, mayomun arkası ellerime yapışıp duran çamur kütleleri ile dolu. Temizlemeye çalıştıkça ellerime dolanıyor, ellerime dolaştıkça üzerime sürüyorum; balina denizin içinde kaybolurken hala kum taneleriyle süslüyüm. Biraz ilerleyip ayaklarımı suya sokuyorum. Erin uzakta bir yerde üssüz denize girmiş. Kahkahalarını duyar gibiyim. Dizlerimi kırıp kıçımı suya sokuyorum. Kum taneleri, en ince olanlar ilk dalgayla düşüp gidiyor suyun içine. İki adım ötede denizle kumun birleştiği yerde hala ayaklarımdan kalan artık iyice aşınmış ufak çukurluklar var. Elimle kıçıma ve mayoma dokunuyorum. İyice sürterek tüm kumdan kurtulmak istiyorum. İnatla belime, bazen boynuma hatta gözlerime tuzlu su vuruyor. Kendimi ufak bir çocuk gibi hissediyorum. Erin’in memelerini düşünüyorum. Diz çökmüş, kıçım suyun içinde, başımı dizlerime dayamışım. Ayağımdan arda kalan çukurlar iyice yok olmuş sanki. Erin’in memelerine benziyor şimdi çukurlar. Ufak, pürüzsüz ve yok oluyorlar.

Erin döndüğünde kuru bir şekilde havlumun üzerine oturmuşum. Gözlüklerimin ardında meraklı gözlerimi saklıyorum. Gülümsüyor; toplanıyoruz. Kırmızı havluyu beline sarıyor. Sahil gri ve kahverenginin mavi bir ışıkta varabildiği son renge bürünmüş. Uzakta, denizin açıklarında bir yerde büyük bir balina görüyorum. Mavi ışığın altında yeşile çalan rengi sadece bilen biri tarafından tespit edilebilir. Arabaya biniyoruz. Uzun sarı otlar ve çirkin dikenli bitkilerin arasından geçerken terliğimin içine giren minik bir bitkiyi çıkarmaya çalışıyorum. Eve dönerken neyin ne zaman, nasıl olacağını düşünmüyorum. Eve dönerken sadece elinden oyuncağı alınmış beş yaşında bir çocuk gibiyim. Umurumda değil dünya. Erin’in üzerinden güneş yağı kokusu geliyor. Annem gibi kokuyor o an; annemi hatırlıyorum. Sarı bir şapka ile sahile inişimizi düşünüyorum; ben altı yaşındaydım, Erin dokuz. Babam yoktu, babam denizi sevmezdi ki… Erinle büyük suyolları yaptığımızı ve annemin gri kapaklı kitaplarından birini okuduğunu hayal ediyorum. Eve gelmişiz. Neyin nasıl olacağını düşünmek istemiyorum. Yukarı çıkıyoruz. Annem kapıyı açıyor. Büyük yeşil bir balinaya benziyor; üzerinde Günün Çiçekleri yazan aptal bir gömlek var. Ucuzluktan alışveriş yapan kadınların maruz kaldığı lirik nokta anlamını iyice yitirmiş. Odama giriyorum. Kapıyı çarpmak istiyorum; sakince kapatıyorum. Gözlerimi de kapatıyorum. Her şeyi kapatıyorum. Fişten çekiyorum kendimi.







Bütün gün kaldırımlarda insanlar gördüm. Yerden yüksekte güvende görünüyorlardı. 54. katta son derece güvendeyim öyleyse. Büyük lacivert kaplama bir kapımız var şirkette. Sabahları oradan içeri girmek ve her sabah aynı çiçekli oda parfümü kokusunu solumak ardından bir kahve alıp masa başına geçmek, her şey, tümü, tüm yorgunluk koşuşturma ya da hep aynı sandalyede oturup günü bitirdikten sonra aynı lacivert kaplama kapının altından geçip sokağa dökülmek, bugün birdenbire aklımı kurcaladı işte.

On sekiz yaşıma bastığım gün evde sıradan bir pasta kesmiştik. O zamanlar en yakın arkadaşım Tom, arka bahçede elinde büyük bir şişe şarapla bekliyordu. Töreni kısa kesip dışarıya çıktım. Arka bahçe iki metrelik bir sokak lambasının beyaz ışığı ile aydınlanıyordu. Tom elindeki şarabı sıkıca kavramış beni bekliyor. Yanına gidiyorum. Her şey o an öyle basitti ki. Uzun bir yürüyüş yapıp Waters köprüsüne varıyoruz. Köprünün altına inip şarabımızı açıyoruz. Tom şaraptan bir yudum alıp bana uzatıyor. Şişenin ağzında biriken tükürüğü önemsemiyorum. Önce sıcak sıvıyı sonra da şarabı dikiyorum kafaya. Tom pantolonunun paçalarını kıvırıyor. İnce ve çelimsiz bacakları var. Tom her anlamda güçsüz; ayrıca yalnız ve içine kapanık biri. Yine de çoraplarını çıkarıyor ve kahkahalar atarak suya doğru ilerliyor. Şarap yarılanmış. Tom evrendeki tek dostum; yanına gidiyorum. Soğuk, diyor. Gülüyorum; çoraplarımı çıkarıyorum. Üzerimde eski yırtık bir pantolon var. Suya giriyorum. Köprünün üzerinden ay ışığı Waters üzerine vuruyor. On sekiz yaşında yarım şişe şarapla mucizevî bir gece yaşıyoruz. Taşların arasından garip bir yaratık fırlayacak sanki; korkuyorum. O sırada garip sesler geliyor yukarıdan. Bir kızın sesi, gülüşmeler. Sudan çıkıyoruz. Çorabımı almak istiyorum ama Tom beni yere çekiyor. Yuvarlanıp büyük çalıların arkasına düşüyoruz. Karanlığın içinden bir kız ve bir oğlan geliyor; ellerinde minik şişeler var. Erin, diyor Tom. Biliyorum. Erin bu; tasasız ve kaçık bir kız. Sessizce bekliyoruz çalıların arkasında. Ay ışığı Waters üzerine vururken ve on sekiz yaşımı evrendeki tek dostum Tom’la kutlarken, köprü altında Erin’in bir oğlanı emmesine tanıklık ediyoruz. Gidip elimdeki şişeyi oğlanın kafasına geçirmek istiyorum. Waters’a karışan kanına bakarken Erin’in asaletle bana sarılmasını ve minnet duymasını diliyorum. Hiçbir bok düzgün gitmiyor. On sekiz yaşındaysan büyümüşsündür; her şey büyür. Ay ışığı gözümde büyüyor her şey bulanıklaşıyor sanki. Ağladığımı hissediyorum. Neden ağladım o gece? Tom soruyor, kim bu adam? Bilmiyorum; ben büyüdüm Tom, büyükler gibi hiçbir şey bilmiyorum. Çalılar ayağıma batıyor ama kıpırdamamak için elimden geleni yapıyorum. Bir ara Erin ve o oğlan gitmişler. Tom suyun içinde. Bir şey arıyor sanki; canım yanına gitmek istemiyor. Merak etmiyorum; önemsemiyorum. Şarabı bitiriyorum. Ayaklarım üşümüş, serçe parmağım kanıyor; çoraplarımı giyiyorum. Tom sudan çıkıyor. Geri dönüyoruz. Görüşürüz dostum, diyor giderken. Arka bahçe sokak lambasının beyaz ışığı ile hala aydınlık. Hiçbir şey demiyorum. Odama giriyorum, ev sessiz. Erin’in kapısı kapalı. Belki de hala dışarıdadır. Umurumda değil. Kapımı kapıyorum. Her şeyi kapıyorum, gözlerimi de.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

:)

bide şey vardır. şezlongta oturusun, sonra denize hiresin gelir. iyice sıcak bastırmıştır. denize gidene kadar terliklerimi giyeyim dersin. ayaklarına kumlar değer, ama sıcacıktır, kum inceyse güzeldir de. sonra denize iyice yaklaşınca terliklerini çıkarır bi kenara koyarsın. ama bu 'iyice yaklaşma' konusunda dikkatli olunmalıdır. zire denize çok yakın bi noktaya koyarsan terlikleri, dalga hemencecik alıp götürüverir. sonra denizde eğlenirsin. artık çıkma vaktidir. su belinin aşağısına gelir. dizlerinin altına ine. ıslak kuma basar ayakların. sonra terliğini giyersiin, havlunun da olduğu şezlonga doğru ilerlemek istersin. ama tüm kumlar ayaklarına yapışır. hatta yürüdükçe terlik arka taraftan kum fırlattığı için onlar da bacaklarına yapışır. dizlerine kadar öbek öbek kumlar birikir. şezlonga ulaşırsın ama havlunu serip uzanamazsın. ayakların bok içindedir. biraz beklersin, kurusa da şu kumları silkelesem diye.

ben bunu pek uygulamam bu sebeple. terliklerimi şezlongun yanında bırakırım. denize ulaşana kadar da ayaklarımın altını yanar. zıplaya zıplaya ve çığlıklarla denize ulaşırım. ama o ıslak kuma vardığımda ani bi rahatlama olur. serinlik gelir. sonra da denize girerim.