18 Ocak 2010 Pazartesi

Dünyanın En Harikulade Oyunları - Episode IV



Ben küçükkene, kasetler vardı. Hatta baya bir süre boyunca da kasetler hep oldu, sonra tam ne zaman bilmiyorum ama ben liseden üniversiteye doğru geçerken kasetler bir şekilde birdenbire yok oldu sanki. Belki hala satılıyordur ama alan var mı bilmiyorum. Ama işte bahsettiğim dönemde kaset bir nevi CD idi. Hem korsan olayları da pek yoktu, anca çekme kaset, karışık kaset falan vardı, ama o bile tadındaydı. Kaset alırdık. Ben kaset almak için para biriktirirdim mesela, hatırlıyorum.

Evde bizden evvel alınmış kasetler de vardı tabi ki. Orhan Gencebay kasetleri nüfus olarak önde geliyordu, annem pek severmiş. O yüzden Orhan Baba'nın kasetlerine pek dokanmazdık, onlara bir şey olursa annemin gazabından kaçmak çok zordu çünkü. Onun yerine Shirley Bassey, Muazzez Abacı, Adnan Şenses kasetleri ile eğlenirdik. O dönem tabi ki evimizde CD çaları olmayan bildiğin dandirik teyp vardı. Teyp çok mühim de bir şeydi, her evde mutlaka vardı. Neden bu kadar nostaljik gibi yazıyorum çünkü bizim evde artık bir teyp bile yok. Bildiğin yok. Kasetler gizli yerlerde istiflenmiş duruyor ama çalmak istesen bir teyp yok işte. Walkman'lerin hepsi ağır travmalar geçirerek eyvallah demiş. O açıdan kaset denen olay bir anda pek çok uzak bir rüya haline geldi. Her ne ise, dediğim gibi kasetler eğlenceli şeylerdi bizim için. Pek sıklıkla bir kaseti başka boş bir kasete çekerdik. Birini sola birini REC düğmesi olan diğer kısma yerleştirir sonra da solu sağa kaydederdik, çoğaltırdık, çekerdik - evet gençler kopi-peyst gibi bir şey. Bu arada bir de teybin hızlı çekme modunu açtık mıydı, işlem birkaç kat daha hızlı gerçekleştiğinden şarkılar hızlı hızlı çalardı, şarkıcılar minik sıçanlar gibi tiril tiril hızla söylerdi şarkıları. Aman pek de komik olurdu, he, gülerdik. Bir nevi Alvin and the Chipmunks tarzı eğlence anlayışı diyebiliriz. Pek çok kaseti bu şekilde eğlencemizin kurbanı olarak seçip telef ettik. O dönem babamın da Zeki Metin kasetleri vardı. Zeki Alasya - Metin Akpınar (ki bence Zeki Metin, Metin de Zeki olmalıydı, o isimler öbür türlü daha mantıklı) bu ikilinin tiyatrolarının ses kayıtlarını dinlerdik arada evde, yahut arabada. Her seferinde de gülerdik falan filan. Ah ne günler! İşte bir gün - o sıralar Tarkan'ın A-acayipsin albümü çıkmıştı - böyle kapkara bir kaset, üzerinde de beyaz harflerlen TARKAN A-Acayipsin yazıyordu - biz de boş vakitlerde Tarkan'ın bu albümünü çeşitli kasetlere çekip duruyorduk. Ancak bir gün fena bir şey oldu, babam zeki-metin'in Yasaklar adlı oyununu dinlemek istediğinde kaset her seferinde yuağ dı best, yuağ dı tap diyip durmaya başladı. Babam birkaç kez kasedi çıkarıp dikkatle üzerine baktı, emin olup yeniden taktı ancak kaset yollara gül döküyor, azaptaki şeytanlardan bahsediyor, unutmamalı diye bir de ekliyordu. O gün fena bir sopa yediğimizi ve "kasetten kasete çekiyorum oyh çok eğleniyorum" adlı oyunumuzun son bulduğunu hatırlıyorum. Hüzünlü bir hikayedir çocukluğum.

Hatırlıyorum, evdeki tek tük zamanımıza ait kasetlerden birisi de tabi ki Sezen Aksu'nun Sezen Aksü Söylüyor adlı albümüydü. Pembe bir kasetti üzerinde Sezen'in imzası vardı. Pek çok sene geçirdik o kasetle. Yandan çarklı Adavapuru nedir diye çok ama çok fazla düşünmüştüm, yıllar ve yıllar sonra Adalar'a giderken anladım Adavapuru neymiş, yanlarına da baktım ama çark göremedim, olsun. Lüküs kamara neydi peki, müslüman yahudi ve o hiç bilmediğim URUM niye o vapurdaydılar? Ada yeli neden estirirdeydi? (de bağlacının yanlış kullanımı için lütfen dilbilgisi kitaplarınıza bakınız) Bir de mesela pek sevdiğim komik mi komik böyle içimi gıcıklayan bir şarkı vardı, beni kategorize etme diye. Aman ne çok severdim, neredeyse motto yapmışım hayatımda sonra bunu, yeni fark ettim. Demoranize etme beni deporotize etme herişten kaçağn olduğm beni iregarize etme diye bilirdim, evet pek de bir şey anlamazdım. Ama Sezen zor anlaşılırdı, bir Lacan'dı Sezen o dönem bizim için. Pek çok evde vardı bu albüm, herkes en az bir parçasını bilir. Nice çocuklar vardır çocukluğun en güzel yıllarında "Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde, gidiyorum kokun hala üzerimde" diye dolanmıştır evde yok yere. Beni en çok dumura uğratan şarkı ise İstanbul Hatırası idi. O şarkıdan açıkçası hiçbir şey anlamadım yıllar boyu. Hatta daha geçen yıllarda anladım ben o şarkıyı desem yalan olmaz. "Bir eski resim duvarda, belki Beti belki Pola, Markiz'de oturmuş sakin seyrediyor zamanı gözlerinde tozlarla" bence birçok lise öğrencisi için bile hayli "nansens" bir anlatım. Ayrıca güz diye bir gün yok, sepya da mevsim değil. O dönem hayli realist bir anlayışa sahip minik beyinlerimiz için bu ilk kez Dali görmek kadar ürkütücü bir deneyimdi bence. Her ne halt ise işte, gene de o albümle pek güzel günler geçirdik hepimiz, anlamasak da yarım yamalak bilsek de dediklerini, mühim olan müzikti, şarkı sözlerinde emo emo gezmezdik, "yürüyakulum" bir cesaretle uydurur uydurur söylerdik her şeyi. O dönem bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz şarkı sözü yoktu o yüzden. Ne sorsalar bilirdik.

Tabi ki Sezen Aksu bir devrin değil birçok devrin kadını olduğundan onun o dönemden de önce pek mühim eserleri vardı. Karşı apartımanda oturan Sezin Abla'da Sezen Aksu'nun tüm albümleri vardı mesela. Ne korkutucu bir şey, tüm albümlerine sahip olmak bir şarkıcının, hayal bile edemezdim her albümü yahu, hepsi mi, tümü mü? Pek garip gelirdi. Bir gün ablam arkadaşından Sezen Aksu'nun 78 yılına ait Serçe albümünü getirmişti. O aralar annemler evde Bülent Ersoy'dan Ablan Kurban Olsun Sana falan çaldıkları için Serçe albümü bir nevi yeni bir soluktu bizim için. İşte o albümde bir parça vardı ki beni küçükken çok etkilemişti. O şarkıyı geri sarar sarar dinlerdim. Sezen Aksu Şinanay diye şarkılar söylese de aslında çok eskiden, çok hüzünler yaşamış, çok acılar çekmiş bir kadınmış da bu şarkıyı o zaman söylemiş, ama kimseler hatırlamıyormuş, ben de gizli bir günlük gibi bulmuşum onu da okumuşum gibi, ah sezen vah sezen, ben sana kıyamam diye üzülürdüm. Onun derdini kendi derdim ilan etmiştim. "N'olur sormasınlar bana, nolur söyletmesinler derdimi, saklarım ben onu kendime, yerim kendi kendimi". Kaç yıl geçti aradan, cümlesi bir kalıp olarak beynime işlenmişti zaten. Bir de merak ederdim, kaç yıl geçti acaba diye, ancak bu benim saf bir çocuk olmamdan ileri geliyor olsa gerek.

Sonra işte Levent Yüksel çıktı piyasaya, Sertab Erener geldi, Yonca Evcimik falan. Kasetlerimiz çoğaldı. Böyle öyle çok oldu ki yanyana dizip sayar dururdum ben. Ne günler. Bunlar yanında tabi ki bir temel taşı niteliğindeki Coşkun Sabah - Anılar albümü de evde sık sık çalınırdı. Adnan Şenses ise annanem geldiğinde dinlenirdi. İlginçtir ki o dönem 3 nesil aynı şarkıları dinler mutlu olurduk. Şimdi benim dinlediğim annem için gürültü, annemin dinlediği benim için ofsayt olabiliyor. Bu açıdan da kasetlerin mühim olduğu o dönem nostaljik sayılabilir işte.

Buradan da nereye geliyoruz tabi ki radyoculuk dönemlerimize. Artık biraz daha büyümüşüz, kasetten kasete çekim yapmak haz vermiyor, verse de götümüz yemiyor, ancak kayıt, müzik, ses, şov, bunlar hepten bizi heyecanlandırıyor. Babam bize sesimizi kasete çekmeyi öğrettiği gün aslında bir çocukluğu kurtarmıştı da farkında değildi. O günden kelli gündüzleri araba, meşe, taso, saklambaç oynarken geceleri tüm dünyanın yıldızı radyo dj'leri oluyorduk. Bir nevi iki yaşamı olan çizgiroman kahramanları gibi yoğundu hayatımız. Her programı çok ilginç konularla açıyorduk, telefon görüşmeleri, aralara alınan günün en çok istek alan parçaları, her şarkı ile ilgili ilginç yorumlar, her konuk için farklı seslendirme teknikleri, neler neler. Radyoculuk ileride yapmak istediğimiz tek şeydi. Çocuklar yok yere doktor, avukat ve mimar olmak isterken biz radyocu olup "paranınamınakoymak" istiyorduk, diyebilirim. Zaten daha sonra Beyaz radyo şovunu dinlemeye başlamıştık, sonra Ayça Şen Başkan gelmişti hayatımıza. Her gün deli gibi dinler geberip altımıza sıçana kadar gülerdik. Radyo, kaset, müzik, şov - bu renkli dünya - bize yaşama hevesi veriyordu, diyebilirim. Yani anlayacağınız ben ne istersem diyebilirim. Bu benim blog'um, ayağınızı yorganınıza göre uzatın.

Bundan sonra zaten telefon denen mucizeyi keşfettik, telefon şakalarıyla pek çok zaman heba ettik. Ancak bu da bir başka hikayedir. Hayli dırdır ettim. Kaçıyorum, sizleri gıdıkaltınızdan öpüyorum.

3 yorum:

KIZÇOCUĞU dedi ki...

oha şu anda seni kendime acayip yakın hissediyorum çünkü kesinlikle zeki metin olmalı, metin de zeki. ben bu kavgaya yıllarımı verdim.

Unknown dedi ki...

o değil de bir de bülent ersoy'u dinlerken Charlie Chaplin olduğunu düşünürdüm. Yani Bülent Ersoy aslında Charlie Chaplin'miş. Ve bunu aynı şekilde başka bi arkadaşım daha bu şekilde düşünüyomuş. Bence o dönemki çocukların hepsinde bi arıza var.

Ikhernofret dedi ki...

çoook uzun zamandır nice bloglar içinde en bahtiyar eden, en zevkle okunan yazıların başında geliyor efenim, klavyenize saalık:)